21 Ocak 2016 Perşembe

Can Vardır Candan Öte - 1

            Bazı insanlar vardır, arada kan bağı olmamasına rağmen, akrabadan ve hatta kardeşten ötedirler. İhtiyacınız olduğunda her türlü fedakarlığı yapmaktan çekinmezler; sevgileri çıkarsız ve tertemizdir.

             Beni annem ve babamdan sonra en çok seven ve düşünen insanlar onlar: ağabeylerim... Onlardan bahsedeceğim.

             Orta 1'e geçtiğim yaz tatilinin başıydı. Sevgili babacığım, takdir aldığım için elimden tutup, beni derhal Vilayet Kitabevi'ne götürmüştü ve birlikte Atsız'ın İrfan Yayınevi'nden çıkan Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor ve Ruh Adam'ını almıştık. Daha önce de annem Deli Kurt'u almıştı. O günü hayatım boyunca unutmayacağım. Bir elimde karnem, diğer elimde Atsız'ın şaheserlerinin olduğu poşetle zıplayıp şarkı söyleyerek eve gitmiştim. İçimdeki o tatlı heyecan ve mutluluğu anlatamam. Çocukluk aşkım Mustafa Yıldızdoğan'ın "Biz Bu Hallere Düşecek Adam mıydık" adlı albümünü ve posterini de annemle alınca kanatlanmıştım. Fakat hayatımdaki en önemli kırılma noktasının o yaza tekabül edeceğini ve hayatımı etkileyen muhteşem insanlarla tanışacağımı henüz bilmiyordum.

             Uzun zamandır arayıp bulamadığımız, Mustafa Yıldızdoğan'ın bir televizyon programında bahsettiği, Emine Işınsu'nun Sancı adlı romanını okuldan kaçıp arama serüvenim derslerimi etkilemediği için ödüllendirildim. Karnemi aldıktan hemen sonra Sancı romanı için ülkü ocağına annemle birlikte gittik ve her şey o gün başladı. Dünyanın en iyi niyetli ve sevecen insanlarıyla da o gün tanıştım.

                Ocağa gittiğimizde bizi ilk sarışın yeşil gözlü bir abi karşıladı. Adının "Yakup" olduğunu söyledikten sonra bizi büyük bir saygıyla içeri buyur etti. Kendine özgü komik ve sevimli gülümsemesiyle (hakikaten "gülmek üzereyken herkesi güldüren Yakup gülümsemesi" diye bir şey vardır ki, evlere şenlik) o meşhur "ocak çayı"ndan getirmelerini söyledi. 11 yaşında olduğumu, Türk milliyetçisi olduğumu mağrur bir tavırla anlattım. O güne kadar öğrendiklerimi ve düşüncelerimi aktardım. Yakup ağabeyim şefkatle ve gururla beni dinledi. Dursun Önkuzu'yu çok sevdiğimi ve Sancı'yı bu yüzden aradığımı  da söyleyince duygulandı ve içeriye seslendi:

               -Çağrı! Çağrııııı! Bir dakika gelir misin buraya? Bir işimiz var seninle.
               -Geldim. Ne oldu? (Annemle beni utangaç bir gülümsemeyle selamladı.)
               -Bu küçük kardeşimiz Sancı'yı arıyormuş. (Annemi göstererek) Hanımefendi de bu davaya gönül vermiş bir ablamız. Sen Volkan abinin dükkanına git, bu kitabı sor. Bulamazsan da "Destanlaşan Ülkücü Hareket" belgeselini bir şekilde bul, gel. (İçeriye seslendi) Sefer! Ali! Gardaş kısın müziği, coşuyoruz burada.
               -Tamam hallederim. He ya, sabahtan beri Genç Osman'ı açıyorlar kanımız kaynıyor reis! Yıldız Sahaf'a da bakarım Volkan abide yoksa.
               -Tamam. (Bize dönerek) Oğuz Başkan burada olsaydı ona sorardık ama memur kendisi. Bu saatte çalışıyor. Ama merak etmeyin, buluruz elbet.

              Çağrı adlı, fiske vursan kan damlar cinsinden al yanaklı, tombiş ve sevimli genç ok gibi fırladı. Neredeyse bütün şehri didik didik edecek, fakat Türkçü gençlerin büyüğü, süper kahramanı "Volkan abi" bile bulamayacaktı.  (Daha sonra Vilayet Kitabevi, babamın hatrına getirtecekti.) Ama olsundu. "Küçük kardeş", iki tane dünya tatlısı ağabey kazanmıştı şimdiden.

                Adını o gün boyunca çok duyduğum "Volkan abi" nasıl biriydi acaba? Yakup ve Çağrı'nın tayfasından Hamza ile de o gün tanıştım. Annem, bir müddet sonra "oğullarım" diye söz edeceği bu gençleri çok içten bulmuştu. Aynı gün tanıdığım Ali ve Çağrı'nın ağabeyi Burak da kahramanlarım olacaklardı.

               Koridordaki duvarda asılı Ruhi Kılıçkıran, Süleyman Özmen, Yusuf İmamoğlu gibi büyüklerimizin fotoğrafları, bizlere bakıyordu. Samimiyeti, davaya bağlılığı, Türk milliyetçiliği için çekilen çilenin aslında lütuf olduğunu o gün o ortamda idrak ettim. Daha önce hiç görmediğim bu gençler, annemi anneleri, beni de kardeşleri bilerek seferber olmuşlar, sonrasında hiç kopmayacak güçlü bir bağın temellerini atmışlardı.

               Osman Öztunç'un "Birader" şarkısı, bu ebedi kardeşliğin bağlılık yemini gibi çalmaya başlayınca, herkes sözleşmişçesine birbirine bakıp, gülümsedi. Birbirlerini önceden tanıyan bu delikanlıların arasına küçük bir kız kardeş katılmış oluyordu.