26 Aralık 2015 Cumartesi

Türk Tiyatrosunun Dünü, Bugünü, Yarını

                  Meddahlık, tulûat ve ortaoyunu gibi temaşa sanatları, geleneksel Türk tiyatrosunu oluşturan üç ana unsurdur. Türkistan'da taklit ve bazı karakterler kurarak yapılan şölenlerle temeli atılmıştır. Tarihini İslam'dan önceye kadar götürebileceğimiz Türk meddahlığı ve ortaoyunu, Türklerin Anadolu'ya gelmeleriyle birlikte yeni bir boyuta ulaşmış ve II. Mahmud döneminde profesyonellik kazanmıştır.

Son ortaoyunu sanatçılarımızdan
 İsmail Dümbüllü ve Münir Özkul


                 Meddahlığı bir nevi "monolog" olarak değerlendirebiliriz. Anadolu'da Türk köylerinde soğuk kış gecelerinin vazgeçilmezi olan öykü anlatma ve anlatırken karaktere bürünme sanatına, günümüzde "stand-up" denir oldu. Ortaoyunu ise; Kavuklu Hamdi, Pişekâr, Çelebi, Külhanbeyi, Kel Hasan, Abdürrezzak gibi sınırlı karakterleri ihtiva eden, bir metne bağlı kalmayan, doğaçlama, geleneksel Türk tiyatrosudur. Ortaoyunu için "Canlı Karagöz" de diyebiliriz. Tulûat ise; yazılmış belirli bir oyun ve her defasında değişen farklı karakterlerden oluşan, daha profesyonelce yapılmış ve Türk geleneklerine uygun icra edilen tiyatro dalıdır.

Ortaoyunu tasviri

              Tanzimat döneminde, III. Selim, II. Mahmud ve sonraları Abdülmecid gibi yenilikçi padişahlar Yıldız, Çırağan ve Dolmabahçe saraylarına tiyatro salonları yaptırmışlardır. Fakat ne var ki, İlk kurulan tiyatro gruplarında çoğunlukla Ermeniler yer almıştır. Güllü Agop adlı Ermeni tiyatrocu, Ermenice oynanan bazı oyunları Türkçeleştirip İstanbul Gedikpaşa Tiyatrosu'nda sahneye koymuştur. Çoğu kişinin lise edebiyat derslerinden bildiği Şinasi'nin "Şair Evlenmesi" adlı oyunu 1860 yılında sahnelenmiştir. Tabii sadece azınlıklar değil, Namık Kemal, Ahmet Vefik Paşa, Abdülhak Hamid gibi Türk tiyatro yazarları da eserler vermişlerdir.

             27 Ekim 1914'te kurulan Darü'l Bedâyi, ilk gelişmiş ve Batılı tarzda Osmanlı tiyatrosudur. O dönem için Türk tiyatrosu denmesi çok doğru olmayacaktır. Çünkü Türk erkeklerinden başka Ermeni, Rum, Yahudi kadın ve erkek oyuncular da vardır. Ayrıca ne acıdır ki, azınlık kadınları tiyatrolarda rol alabilirken, Türk kadınları seyretmek için bile tiyatronun kapısından içeri girememişlerdir.

            Müzikal oyunların tanıtıldığı ilk mecmualar da azınlıklar tarafından neşredilmiştir. Bunlardan biri Ermenice "Osmanyan Verjışdutyun" adlı mecmuadır; "Osmanoğlu Musikisi" anlamına gelmektedir. 1875 yılında yazılan ve 1876'da sahneye aktarılan ilk Osmanlı opereti "Leblebici Horhor Ağa" Dikran Çuhacıyan ve Takvor Nalyan'a aittir.

Sonradan filme aktarılan Leblebici Horhor Ağa'nın afişi.

            Görülüyor ki, Türk yurdunda Türk'ün sanat icra etme hakkı elinden alınmış ve tiyatro gibi kitleleri etkileyen bir sanat dalı azınlıkların eline teslim edilmiş, Osmanlılar tarafından başkalarına altın tepside sunulmuştur. Millet-i Sadıka(!) olarak bilinen millet, ortaoyunu ve meddahlığın etkisini azaltacak nitelikte tamamen Batı uşaklığıyla tiyatrolarımızı manipüle etme imkanına kavuşmuştur. İlk Osmanlı opereti, yeni bir sanat dalının Türk motifleriyle icra edilmesi şeklinde olabilecekken, ipe sapa gelmez bir aşk hikayesi ve kız kaçırma vakası ile berbat edilmiştir.

            Bu yazıyı genelgeçer tarihi bilgiler ışığında, Türk tiyatrosunun geçmişinden duyduğum teessür ve geleceğinden duyduğum endişe ile yazıyorum. İlk Türk kadın tiyatrocumuz Cahide Sonku, Osmanlı'nın son döneminde Ermenice isimle sahneye çıkmak zorunda kaldıysa, bu utanç Osmanlıcı Türklere yeter diye düşünüyorum. Neyse ki, Cumhuriyet'in ilanından sonra Türk kadınları tiyatrolarda rol almaya başlamıştır. Sanıyorum Trabzonlu Türk kadın tiyatro üstadımız, rahmetli Tomris Oğuzalp Hanımefendi, İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun müdiresi olarak Cahide Sonku'nun ruhunu şad etmiştir. Fakat ne yazık ki çoğu tiyatrocumuz gibi yoksulluk içinde ölmüştür. 2 yıl önce uçmağa varan Tomris Hanım, 1932 doğumluydu.

Tomris Oğuzalp ve Haluk Kurdoğlu, 1959-1960 yıllarında
"Karayar Köprüsü" adlı oyunda rol alırken.

               Şimdilerde ise Türk tiyatrosu, Türklüğü hor gören etniklerin tahakkümü altındadır. Ancak bu noktada iğneyi değil çuvaldızı kendimize batırmak durumundayız. Türkçü-Turancı tiyatro oyuncularının yetişmeleri ve tiyatroları doldurmaları elzemdir. Oyuncu tayfasının Kürt ve Ermeni borazanlığı yaptığı, sosyal medyada hunharca Türk düşmanları için duyar kastığı bir dönemdeyiz. "Kobane" diye zırlayarak ödül alan oyuncular değil, Karabağ, Kırım, Ahıska, Türkmeneli, Doğu Türkistan için milleti şahlandıracak konuşmalar yaparak ödül alan oyuncularımız olmalıdır. Ulusalcı Nejat Uygur, Levent Kırca, Ferhan Şensoy gibi isimleri kötünün iyisi olarak değerlendirsek de, bizim tam anlamıyla, her yönüyle Türk ve Türkçü oyunculara ihtiyacımız var.

               Türkçü ailelere bu anlamda büyük görevler düşüyor. Çocuklarınızı tiyatro ve sinemaya yönlendirin. Oyuncu olmak zorunda değiller. Işık, dekor, kostüm, dramaturji, senaryo, yönetmen asistanı, yönetmen; yani bu sanatla ilgili herhangi bir iş koluna mensup olmaları için özendirin. Türkçü nesiller her sanat dalında aktif olmalı ve topluma ışık tutmalıdırlar.                
   


22 Kasım 2015 Pazar

Zaman Buz Tuttu... (Dursun Önkuzu)



             Kırılma noktaları vardır; bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Hayatlar zindan olur, zaman durur, takvimler daima o günü gösterir. 23 Kasım 1970... 45 yıldır aynı günü yaşayan insanlar var. O kırılma noktası kimleri etkilemedi ki? Atsız, Nejdet Sançar, Emine Işınsu, Galip Erdem, Dündar Taşer, Önkuzu ailesi ve Dursun Önkuzu'yu canından çok seven bizler; kardeşleri, evlatları, talebeleri...

              Atsız'ın "Mustafa İsmet ve Kızıllar" makalesini anımsayalım. Atsız o makalede Süleyman Özmen ve Yusuf İmamoğlu gibi iki kahraman şehit Türkçüden de bahseder, ama konu hep döner, dolaşır ve Önkuzu'ya gelir. Büyük bir depremin enkazıdır o cümleler. Atsız, soğukkanlılığı elden bırakmamaya çalışmış ve yaşadığı o tarifsiz acıyı öfkeyle örtmeye çalışmıştır. Talebesi ve dostu Galip Erdem'i teskin etmeye çalışırken de soğukkanlı davranır, Önkuzu'yu tanıyan insanlara şehadet haberini verirken de. Belki Dursun ağabeyimizi bizzat tanımış olsaydı, onunla görüşmüş olsaydı bu kadar metin olamazdı. Bazen hiç görüşmemiş olmak daha iyi olabiliyor. O melek gibi masum, sevimli yüzü görüp de sakin kalabilmek çok zordur mutlaka.

             Gerçi ben de ağabeyimle birebir oturup konuşamadım yaşım nedeniyle. Ben doğduğumda o şehit olalı 20 yıl olmuştu. Ama o acı içimde biriken zehir gibi. Ömür boyu bununla yaşayacağım, biliyorum. Bir derdim var, bin dermana değişmem. Derdim benim bir parçam ve derdimden çok memnunum. Bazen dayanılmaz oluyor, ölmeyi diliyorum hatta. Ama sonra "Meleğim beni böyle görürse üzülür." deyip, sakinleşiyorum. Çocukken dövünerek ağladığım bir 23 Kasım günü annem şöyle demişti: "Dursun ağabeyini seviyorsan dizlerine ve göğsüne vurmadan ağla. Hıçkırdığını, bağırdığını mutlaka görüyordur. Üzülmesine dayanamayız, değil mi?" O üzülmesin diye yıllardır içime atıyorum, sessizce gözyaşı döküyorum. Bu beni rahatlatmıyor, ama kıyamam O'na.

            Çok üşüyorum, ama yanıyorum da. Tesellim şu ki, "Sensiz geçen 45 yıl" temalı hüzün dolu twitler atılıyor, sözlüklerde Dursun Önkuzu hakkında yazılar yazılıyor, birileri bir yerlerde sessizce gözyaşı döküyor. Yani unutulmuyor. Kimimiz Atsız gibi öfke nöbetleriyle acımızı dışa vuruyoruz, kimimiz Galip Erdem gibi ağlıyoruz. Ama aynı acı, aynı dert, aynı kahır...

           Samiye Oktay, Dursun ağabeyimizin kız kardeşi. Onun küçüğü Kadriye Şahin ve en küçüğü Zübeyde Uzun. Hepsi ağabeylerine layık kardeşler ve biz Türkçü gençlerin anneleri. Kız kardeşlerinin fotoğraflarına veya video görüntülerine baktıkça O'nu görüyorum. Sima olarak da ağabeylerine çok benziyorlar.Bir gün Samiye Hanım'ın elini öpme şerefine erişirsem, O yüze uzun uzun bakacağım. Dursun ağabeyim karşımdaymış gibi gelecek bana, biliyorum. Değerli büyüklerimden Yüksel Yiğit, yıllar önce sanıyorum Erciyes Kurultayı'nda Kadriye Hanım ile el sıkışırken tüylerinin diken diken olduğunu ve o heyecanla ayakta durmakta güçlük çektiğini anlatmıştı. Çok farklı bir duygudur mutlaka.

           Keşke O'nun sahip olduğu bir çöpe, belki elbisesinin ucundan alınmış bir ipliğe sahip olsam derim bazen. O'nun dokunduğu herhangi bir nesne benim olsa da, hasret gidersem. Fikirleriyle, dava adamlığıyla, yiğitliğiyle nam salmış bu kahraman, elbette etten ve kemikten ötesidir. Ama insan canından çok, her şeyden çok sevdiği insana fiziksel olarak da yakın olmak ister. O'na en çok toprağına yüzümü sürerek yakın olabileceğimi bilmek bana acı veriyor.

          Dursun Önkuzu hep 22 yaşında kalacak. Yaşasaydı 67 yaşında olacaktı. Ama ben O'na hep "ağabeyim" diyeceğim. Belki kız kardeşlerine imrendiğim için, belki ağabey özlemi çektiğim için. Ya da sessizce attığım çığlıkları duyabilen tek kişi O olduğu için...

         Yaşasaydı 23 Kasım için acı dolu cümleler kurmayacak, ağlamayacak ve cezasız kalan katillerine lanetler savurup, bağrımıza taş basmayacaktık. Onun yerine, 24 Kasım'da emekli öğretmen, fikir adamı ve yazar Ertuğrul Dursun Önkuzu'nun elini öpüp, O'nu çiçeklere, hediyelere gark edecektik. Yine sevgimizi göstermek için şiirler, yazılar yazacaktık ama yazılarımız turkuaz renkli olacaktı; matem karası değil.

          O bizden çalışmamızı, yükselmemizi, Türk milliyetçiliğini laf ebeliğiyle değil; ilimle, irfanla, sanatla ön plana çıkarmamızı isterdi. O da öyle yapmıştı. Hem mecmualarda yazılar yazmış, hem okuluna devam etmiş, hem de gençlere ücretsiz matematik ve fen kursları vermişti.

         Bize düşen; görevimizi yapmak. Ama yaptığımız her işte Dursun ağabeyimizi anmamız, O'na olan vefa ve minnet borcumuzu da ödememiz gerekiyor. Sadece Dursun ağabeyimize değil, Ruhi Kılıçkıran'dan Fırat Çakıroğlu'na kadar bütün şehitlerimize... Başta Önkuzu ailesi olmak üzere, bütün şehitlerimizin ve Yusufiyelilerin (zindanda çile çekmiş Türk milliyetçilerinin) ailelerine de borçluyuz. Onlara her konuda destek olmak, hiç olmazsa hal hatır sorup, hayır dualarını almak hepimizin görevi. Şehitlerimizden bize yadigar kalan o değerli insanların hepsinin önünde saygıyla ve şükranla eğiliyorum.

2 Kasım 2015 Pazartesi

"Farkhunda" Ekseninde Ortadoğu'da Kadına Bakış



        Farkhunda'nın farkında mısınız? Farkhunda (Ferhunde) cinayetini çoğumuz biliyoruz. Ferhunde Melikzade; 27 yaşında, öğretmen adayı bir Afgan kızıydı. Muska yazıp, insanların dini duygularını sömüren bir mollaya karşı çıkıp: "Böyle şeylerden medet ummanın İslam'da yeri yoktur." dediği için Kur'an-ı Kerim'e hakaret ettiği iftirasıyla sokak ortasında el birliğiyle katledilmişti. Arabayla çiğnendi, taşlandı ve yakıldı. Din adına işlenen bir kadın cinayetinin kurbanı olarak İslam coğrafyasında sembolleşti.

        Suudi Arabistan'ın Vahhabi rejimi de kadınlara ikinci ve hatta üçüncü sınıf insan muamelesi yapıyor. Mısır, Irak ve Suriye de çok farklı değil. Kadınlara diğer şeriat ülkelerinden daha geniş haklar tanıyan ve kadının sosyal, ekonomik ve siyasi hayatta aktif olduğu Şii devlet İran'da dahi kadınlar başlarını yarıdan da olsa örtmek durumundalar. Hz. Ali'nin ev içinde uyguladığı demokrasi, Hz. Fatıma'nın her konuda söz hakkına sahip oluşu, Hz. Ali'nin kızı Hz. Zeynep'e eğitim vermesi ve ona gösterdiği şefkat olmasaydı, o da olmayacaktı. Demokratik ve laik Azerbaycan'da bile; sigara içen, araba kullanan veya boşanmış bir kadınsanız "orospu" damgası sizi bekliyor. Türkiye de freni patlamış kamyon gibi bu baskıcı düzene doğru gidiyor. Bu topraklarda maalesef kadının adı yok.

       Yazının başında bahsettiğim Ferhunde gibi kaç tane kadın yitip gitti bu Ortadoğu çukurunda... Kadın sünneti adı altında sırf erkeğe daha çok zevk versin diye klitorisi çıkarılıp, vajinası daraltılan kaç kız feci şekilde can verdi. Kaç kız çocuğu, 70-80 yaşındaki ihtiyar adamların koynuna "kadın" diye sokuldu... Kaç kadın ekonomik özgürlüğünü elde edemediği için, kocasının işkencelerine boyun eğmek zorunda kaldı... Kaç kadın, erkeğe karşılık vermedi veya ayrılmak istedi diye tecavüze uğrayıp öldürüldü... Üstelik hemen her gün sokaklarda sözlü veya bakışla bile olsa cinsel tacize uğruyor olmamız da cabası...



       İslam coğrafyasının "update" edilmeye ve köklü bir reforma ihtiyacı var. Erkeklerin kadına saygılı olmaları, kadını cinsel obje veya köle olarak görmemeleri ve toplumsal huzur ve refahın sağlanması için iyi eğitilmeleri gerekiyor. "Sen erkeksin, sen yaparsın, aslansın, kaplansın" diye kendilerini üstinsan zannetmeleri yerine, kadınlarla eşit bireyler olduklarını öğrenmeleri gerek. Bu da ilk önce ailede ve okulda alacakları eğitimle mümkün olacak. Kız çocuklarına ise; yasaların bizlere verdiği hakları öğretmek ve ekonomik özgürlük kazanmanın önemini anlatmak gerekiyor. Toplumumuzda ve diğer İslam ülkelerinde "dinsizlik" zannedilen laikliğin elzem olduğunu ve bütün toplumların laikliği içselleştirmelerinin şart olduğunu görmekteyiz. İslam öncesi Türk toplumunda Tenngriciliğin tam anlamıyla yaşandığı dönemde mutlak kadın-erkek eşitliği hakimdi. Fakat Araplaşma ile birlikte, Türklüğe ait değerlerimizi birer birer kaybetmekteyiz.

      Çok yakınımız olmayan erkeklerden korkar hale geldiysek, sokağa çıkarken sürekli arkamıza bakıp "Acaba takip mi ediliyorum?" diye düşünüyorsak, bize aşık olunması gururumuzu okşamak yerine bizi tedirgin ediyorsa; babalarımız, abilerimiz ve güvendiğimiz erkek arkadaşlarımız dışında her XY kromozomlu insanı potansiyel tehlike olarak algılamaya başladıysak, erkeklerin şapkalarını önlerine koyup düşünmeleri gerekiyor. Feminist bir insan değilim, erkek düşmanlığım da yok. Fakat fiziksel veya psikolojik şiddete karşı her iki cinsin de savaş açması gerektiğini düşünüyorum.

      Kadınların farkındalığı ve erkeklerin desteğiyle, içinde yaşadığımız coğrafyayı kadınlar için güvenli hale getirebiliriz.








29 Ekim 2015 Perşembe

Söz Nakışı Meyxana

           Buta nakışı vardır güzeller güzeli Turanımızda. Türk kızlarının zarifliğini ve asaletini simgeler. Başımıza taktığımız araxçınlarda (fes gibi nakışlı başlık), yazmalarımızda, kıyafetlerimizde ve hatta kimi zaman kilimlerimizde deseni vardır. Sadece zarif ve güzel oluşumuzu değil; özlemimizi, yasımızı, sevgimizi de anlatır.



            İşte, tıpkı Buta gibi bir nakışımız daha var. O da çoğunlukla erkeklerimizin icra ettiği, kadınların da katkıda bulunduğu aşıklık geleneği gibi Türk edebiyatının nakışı: Meyxana.

             Azerbaycan, Türk edebiyatının merkezi diyebileceğimiz konumda. Fuzuli, Nizami Gencevi, Şah İsmail Hatayi, Mirza Alekber Sabir gibi edebiyatımızın incilerini yetiştirmiş memleket. Meyxana sanatı da Bakü'nün Maştağa kasabasında ortaya çıkmış, doğaçlama sözlü şiir geleneği. 20. yüzyılın başlarında sokaklarda,kahvehanelerde, evlerde ve hatta zindanlarda icra edilmeye başlanmış. Aslında Rus baskılarına karşı Türkçe ve Türk edebiyatını diri tutmak ve halkın yüreğindeki intizarı anlatmak için ortaya çıkmış. Binlerce yıllık aşıklık geleneğinin son ve yenilikçi halkası.



             Aliağa Vahid adlı Azerbaycan Türkü gazelhanın katkılarıyla gelişen bu sanatta hece ölçüsü kadar, aruz ölçüsü de önemlidir. Bir meyxana şairi, aruz vezninde açılan bir kafiyede saniyeler içinde söz söyleyebildiğinde üstad olma becerisine erişmiş sayılır. Artık o kişi "şair" olmuştur. Bu bana mucizevi gelse de, 12 yaşındayken ilk gazelini yazan aziz kardeşim Cahangeşt Ələkbərli'nin aruz kafiyede saniyeler içinde dörtlük söylediğini bildiğim için, artık mümkün görmekteyim. Cahangeşt 12 Ağustos 1992 doğumlu olup, şu an 23 yaşındadır. Aslan burcudur. Üstad denecek seviyeye gelmesine az kaldı. . Cahangeşt Türkiye sevdalısı, vatanperver bir gençtir. Kerbelayi ve Meşhedidir. Üstadı Rəşad Dağlı (Soyadı Əmirov), 16 yaşındayken Azerbaycan'ın ünlü meyxanacılarından Aqşin Fatəh'e cevap yetiştiriyordu Rəşad Dağlı da vatansever, milliyetçi, Türkiye aşığı ve Sovyet düşmanı bir şairdir. 21 Nisan 1984 doğumludur. Boğa burcudur. İşgal altındaki Revan, Gökçe, Zengezur gibi Türk toprakları için, Aydın Xırdalanlı ile karşılıklı söylediği sözler, halkta milliyetçiliği şahlandırmıştır.

CAHANGEŞT VE ÜSTADI REŞAD DAĞLI

            Azerbaycan'ın yetiştirdiği ve benim hayranı olduğum, örnek aldığım büyük insan Elşən Xəzər'den (Soyadı Qürbətov - Gurbetoğlu) bahsetmemek olmaz. 29 Mart 1972 doğumludur. Koç burcudur. Üstadı Məhman Əhmədli gibi Türk milliyetçisidir. Turancıdır. En büyük hayali olan Türk birliğini, talebesi Vasif Əzimov'a da aşılamıştır. Elşən Xəzər, Azerbaycan'ın Celilabad şehrinden, Vasif Əzimov ise Oğuz şehrindendir. O da yanlış hatırlamıyorsam 23 Temmuz 1986 doğumluydu. Aslan burcu. Bakülü olmadıkları halde çok iyi derecede Bakü ağzı konuşurlar. Bilinçli ve ideolojik anlamda Türk milliyetçisidirler.  Elşən Xəzər, ordu ve asker sevgisini her fırsatta dile getirir ve Azerbaycan Silahlı Kuvvetleri'nin Türk Silahlı Kuvvetleri gibi çok güçlü ve başarılı olacağına inanmaktadır. Bu dileğinin gerçekleşmesini canı gönülden diliyoruz. Elşən Xəzər, diğer meyxanacılar gibi dindar bir Şii Müslümandır. Yazdığı Ehli Beyt temalı dini gazelleri de halk tarafından çok beğenilmektedir.

VASİF VE ÜSTADI ELŞEN XEZER

              Vüqar Biləcəri (Soyadı Paşayev) Bakü'nün Bileceri kasabasındandır. Bu kasaba çoğunlukla Güney Azerbaycan Türklerinden oluşmaktadır. Vüqar 14 Eylül 1989 doğumludur. Başak burcudur. Tiyatro bölümünü bitirdiği için, tiyatro oyunlarında meyxana sanatını icra ederek halkın beğenisini kazanmıştır. "Güller Açıldı" redifli gazeliyle Farsları ve Arapları dahi kendine hayran bırakmış ve edebiyatıyla övünen bu milletleri Hz. Muhammed için söylenecek en güzel sözleri ancak Türklerin söyleyebileceğini göstererek, tabiri caizse yere sermiştir. Ehli Beyt aşığıdır ve Kerbelayidir. Türk milliyetçisidir ve Türkiye'yi çok sevmektedir. Vüqar Yasamal (soyadı Şiriyev) 18 Temmuz 1980 doğumludur. Yengeç burcudur. Aslen Leriklidir. 2004 yılında Vüqar Bileceri'yi meyxana yarışmasında yenerek birinci olmuştur. Çok sevimli, hoşsohbet, cana yakın bir insandır. Türkiye'ye duyduğu sevgiyi oldukça komik ve eğlenceli bir tarzda dile getirir. Pərviz Bülbülə 1 Nisan 1985 Bakü doğumludur. Koç burcudur. Sempatik tavırları ve hazırcevaplığıyla ünlüdür. Azerbaycan'ın sorunlarını mizahi bir dille anlatır. Muzipliği ve mimiklerini etkili biçimde kullanması sayesinde geniş bir kitleye hitap etmektedir. Ermeniler ve Ruslar konusunda sert bir üslup kullanır.
VÜQAR BİLECERİ VE PERVİZ BÜLBÜLE
               Daha çok sayıda değerli meyxana sanatkarımız olsa da, Azerbaycan'ın en iyilerinden bahsettik. Meyxana sanatkarları; halkın sevgi ve teveccühü karşısında tevazuyla eğilen, kendini beğenmişlik ve kibirden uzak duran, ülkenin ve milletimizin sorunlarına bazen acıklı, bazen mizahi bir üslupla değinen, dilimizi etkili bir biçimde kullanarak Türk devletleri ve yabancı ülkelerde dilimizin zenginliğini dahice şiirleriyle gösteren insanlardır. Milli ruhu uyandırmada, kendilerine büyük görevler düştüğünün farkındadırlar.

              Çok değil, 25 yıl önce televizyonlarda ve radyolarda Rus işgali ve bunun getirdiği asimilasyon politikası nedeniyle meyxana sanatının yayımlanması yasak iken, artık Azerbaycan'ın özgür bir ülke olması sayesinde artık her yerde serbestçe meyxana dinlenebiliyor. Bu sanatı korumak ve yaşatmak için ağır bedeller ödeyen üstadlarımızı rahmetle anıyoruz. 

              Meyxana sanatının bir gün Revan'da, Tebriz'de, Kırım'da, Kerkük'te, Batı Trakya'da, Doğu Türkistan'da ve şimdilik işgal altındaki bütün yurtlarımızda Türk bayraklarının gölgesinde icra edileceği bir güne ulaşmak dileğiyle... 

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Çingiz Mustafayev - Basın Şehidimiz / Milli Kahramanımız


            Azerbaycan Türkü aktivist, gençlik hareketi önderi, gazeteci ve aynı zamanda tıp doktoru Çingiz Mustafayev'in hayatından bahsetmeyi düşünüyordum. Kısmet bugüneymiş. Dava arkadaşımız olması hasebiyle de önem arz eden kahramanımız, aslen Azerbaycan'ın Şeki şehrindendir. Şeki; Azerbaycan'da Türk ırkından olan nüfusun en yoğun şekilde yaşadığı, pek etnik döküntünün bulunmadığı temiz Türk şehirlerinden biridir.

                 
Çingiz MUSTAFAYEV 5 yaşında

            Çingiz Mustafayev; babasının subay olarak görev yaptığı yerde; tarihimizde Altın Orda toprağı olan ve ne yazık ki Rus işgali altında bulunan Astrahan'da 29 Ağustos 1960'da dünyaya gelmiştir. Adının Çingiz olmasının mahiyeti buradan anlaşılmaktadır ve tesadüf değildir. Cengiz Han'ın oğlu Cuci'nin soyunun Toka Temür uruğu tarafından kurulan Astrahan (Ejderhan) Hanlığı, Tatar ve Nogay Türklerinin devletidir. Her ne kadar mecburen Sovyet subayı olsa da, Türk kanı taşıyan babası Fuad Mustafayev, oğluna bu nedenle bu manidar adı vermiş olsa gerek. Çingiz'in annesi Nakış Mustafayeva'yı da unutmadan rahmetle analım.

                         
(Solda) "Özge Ömür" adlı Azerbaycan filmi için ajansa verdiği fotoğraf.
 (Sağda) Genç doktor adayı Çingiz, 1980 yılında enstitüde öğrenci iken.    
            Çingiz 4 yaşındayken Bakü'ye dönüp yerleştikleri için, Çingiz ilk ve orta öğrenimini Bakü'nün Yasamal ilçesinde tamamlamıştır. Daha sonra 1977 yılında Azerbaycan Tıp Enstitüsü'nü kazanmış ve mezun olduktan sonra bir süreliğine Moskova'da doktor olarak çalışmıştır. Çingiz'i birebir tanıyanlar, müziğe meraklı olduğunu ve Moskova'da DJ'lik yaptığını anlatırlar. Hatta rap türünde şarkı yapan ilk Azerbaycanlıdır. "Dünənki Keçdi (Dünkü Geçti)"adlı şarkısında günlük hayatını anlatmıştır. Eğlence mekanlarında, diskolarda eğlenmeyi seven, uçarı bir insan olsa da, 1985 yılında Azerbaycan'ın bağımsızlık mücadelesine hazırlık için tekrar Bakü'ye dönüp, "Cengi" (Savaşçı) adlı Türkçü gençlik örgütünü kurmuştur. Bu süre zarfında, Azerbaycan'ın en büyük Türkçü liderlerinden ve tarihçilerinden biri olan Ebülfez Elçibey'den büyük destek görmüştür. Çingiz'in kurduğu teşkilat, Türk gençlerine hürriyet ve Türkçülük fikirlerini aşılamanın yanı sıra, Sovyet işgaline karşı mücadeleye, ihtilale ve tam bağımsızlık için savaşa çağırıyordu. Gerek mecmualar, gerek seminerler sayesinde Türk olduğu hatırlatılan halk, 1990 yılında isyan edip, 20 Ocak Soykırımı'na kurban gitse de, daha güçlü bir biçimde ayaklanıp Azerbaycan Cumhuriyeti'ni kurmuştur. Diyebiliriz ki, Rus tanklarının çiğnediği ve ölüm yağdırdığı Azerbaycan'ın kurtuluşunda Çingiz Mustafayev'in rolü büyüktür.

       

        20 Ocak Soykırımı'nın görüntülerini çekip, bütün dünyaya Rus vahşetinin boyutunu göstermesinin yanı sıra, Azerbaycan'ın ilk özel tv kanalı ANS Tv'nin temellerini atmış ve 2 yıl sonra 26 Şubat 1992'de gerçekleşecek olan, Hocalı Soykırımı'nın tüyler ürperten görüntülerini içeren programlar yapmıştır. Çingiz Mustafayev, savaş muhabiri olmanın ötesinde savaşçı muhabirdir. Bir elinde tüfeği, diğer elinde kamerasıyla gezerek, Karabağ halkına seferberlik çağrısı yapmıştır. Laçın ve Ağdam şehirlerinin Ermenilere ve Ruslara karşı savunmasında cephede ön saflarda savaşmış ve komutanlık yapmıştır. Qubadlı (Kubatlı) şehrinde savaş çağrısı yaptığı halkın, savaştan kaçarak hainlik yapması üzerine öfke ve kinle haykırdığı videosu, her Türk'ü gururlandıracak niteliktedir. "Qubadlıyacan qışqıra-qışqıra gətdim, bir dənə binamus qayıtmadı! A balam, niyə demirsiz qorxuram? Hamınız qorxaqsız, arvadsız!" (Kubatlı'ya kadar bağıra bağıra gittim, bir tane namussuz geri dönmedi! Niye korkuyorum demiyorsunuz? Hepiniz korkaksınız, avratsınız!) Ne yazık ki, Laçın şehrinde de savaştan kaçanları görüp, küfürler yağdırarak hainleri lanetlemiştir. Laçınlı bir çobanın "Mən qoyunlarımı qoyub gədim? Silahım da yoxdu. Qoyunlarımı yolda buraxıb gədim bir yerə?" gibi iğrenç ve gülünç cevabına karşılık silah vermeyi teklif etmiş, fakat çoban yine koyunlarını vatan toprağından üstün tutmuştur ne yazık ki. Belirtmekte fayda var, Laçın ahalisinin çoğu kürddür. Kubatlı'daki hainler de mutlaka etnik döküntüdürler. Çingiz o an için kahrolsa da, eminim Türk olmadıkları için kaçtıklarını anlamıştır.

             
Çingiz HOCALI'da Soykırıma uğrayan ırkdaşlarımızı görüntülerken... 

               Bütün bu acı olayların üzerine bir de Hocalı'da katledilen Türk çocuklarının içler acısı hallerine tanık olunca, düşmanların ve hainlerin karşısında aslan gibi kükreyen Çingiz, Bakü'de bıraktığı 9 aylık bebeği Fuad'ı da hatırlamış olacak ki, artık daha fazla dayanamayarak çocukların cansız bedenlerini kucaklayıp hıçkıra hıçkıra, yana yana ağlamış ve isyan etmiştir. Videosunu izlediğim o anı hatırlamak dahi istemiyorum. Çingiz'in hıçkırıkları kulağımda yankılanıyor. Uzun süre güçlü ve dimdik dursa da, vatan toprağının kurtarılamaması nedeniyle ağır bir bunalım geçirmiş ve şehit olana dek, tahammül sınırlarını sonuna kadar zorlamıştır. 

Çingiz MUSTAFAYEV Karabağ''da Hankendi şehrinin
Kerkicahan köyünde cephedeyken. Yıl: 1991

             Çingiz Mustafayev'in şehit oluşundaki sır perdesi de aralanmış değildir. 15 Haziran 1992'de Hocalı'nın Nahçıvanlı kasabasında kimilerine göre vatan hainleri tarafından cephede infaz edilmiş, kimilerine göre Ermenilerin açtığı ateş sonucu uçmağa varmıştır. Şehit olduğu anda da kamerası açık olduğundan, vurulması net bir biçimde görülmektedir. Son sözü "öldüm" olmuştur. Kimlerin şehit ettiğini yalnız Tanrı biliyor, ama hepimiz şahidiz ki o Türk ırkına hizmet etmiş bir kahramandır.

1991 yılında, dönemin Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanı Turgut Özal ile röportaj
yapan Çingiz'in mutluluğu yüzünden okunuyor. A şahsı, B şahsı değil, Türkiye önemli onun için.
Çingiz MUSTAFAYEV ve kadim dostu Rasim İMANOV. İmanov,
Çingiz'in anısına bestelediği ağıt ile tanınmıştır.




15 Temmuz 2015 Çarşamba

Türk Milliyetçiliğini Temsil Eden/Ettiği Düşünülen Sanatçılar/Şarkıcılar

          Artık bu konuya uzunca değinmek gerektiğini düşünüyorum. Türkçüyüm ve bu sanatçılardan sevdiklerim çok azdır. Hatta onlar dışında diğerlerini sanatçı sınıfına sokmam.

          Aşık Sefai, Mustafa Yıldızdoğan, Arif Nazım (Kırım Türküdür), Bozkurt İlham Gencer, Atilla Yılmaz, Ozan Emin ve Kaya Kuzucu en sağlam, donanımlı, kültürlü ve töreye sadık olanlardır. Hasan Sağındık ve Ozan Arif'e de beş bin Türk milliyetçisi şehidimize olan derin bağlılıkları nedeniyle saygı duyarım.

          Aşık Sefai; hayranı olan gençlere edep, erkan ve Türk töresini eserleriyle öğretmiş mümtaz bir şahsiyettir. "Ata Oğuz", "Divan", "Bu Gece", "Türk'ün Türküsü", "Kurban Olduğum", "Azerbaycan Niye Ağlar", "Dağlar" (Mustafa Yıldızdoğan da seslendirmişti) gibi türküleriyle Türk ahlak ve erdemlerini özümsedim, aşık olduğumda da mana aleminden süzülüp aşkı anlatan türkülerini dinledim. Tanrı uzun ve sağlıklı ömürler versin üstada.

           Mustafa Yıldızdoğan için uzun konuşacağım. Kendisi tam bir vefa abidesidir. Üstadları olan Aşık Sefai, Aşık Meydani, Aşık Feymani ve Ozan Arif'i hiçbir zaman unutmaz ve onlara olan minnet duygusunu her fırsatta dile getirir. Boğa burcu olmasının da sadık, vefalı ve ilkeli oluşunda payı olduğunu düşünüyorum. Atsız'ın "Türk Kızı", "Sesleniş", "Sarı Zeybek" gibi şaheserlerini de bestelemiştir. Yumuşak ve berrak bir ses tonu vardır. İlk albümü "Doğuyoruz Ufuklardan", Türk milliyetçiliği için zindanlarda çile çeken, işkence gören ve şehit edilen büyüklerimize ithaf edilmiştir. Bu albümde yer alan "Türk Kalacağız" adlı eserde Yıldızdoğan şöyle der:

"Kırım, Kerkük, Azerbaycan gönlümüzde öç olsa da,
Ne şeref ki Türk doğmuşuz, Türk'üm demek suç olsa da!"

          Hepimizin bildiği ve Yıldızdoğan'ı ünlü yapan "Türkiyem" albümünde yer alan "Önkuzu" adlı eseri sesi titreyerek ve sondaki ağıt kısmında ağlayarak ve feryat ederek söylemesi dikkate değerdir. İlk çıktığı 1989 yılından beri Dursun Önkuzu ve diğer beş bin şehidimize olan derin bağlılığını her fırsatta dile getirmiş ve çizgisinden asla ödün vermemiştir. Hayranıyım ve halen çok beğenerek dinliyorum.

           Bozkurt İlham Gencer; ülkemizi dünyada en iyi temsil eden jazz piyanistlerimizden biridir. Türk milliyetçisidir, "Bozkurt" adını mahkeme kararıyla almıştır. Her ne kadar "En büyük sevdam Turan" dediği için ülkemiz medyasında görmesek de, yurt dışında tanınmaktadır. Türkçü şehitlerimiz için eşi Necla Gencer'in yazdığı "Bozkurtların Başbuğları" adlı marşı bestelemiştir. Oyuncu Bora Gencer de babasının izinde yürümektedir.

          Arif Nazım da Karadeniz'in diğer tarafından, Kırım ve Kafkaslardan esintiler sunar. "Dalgalan Karadeniz", "Şehre Akşam İnende", "Ay Filizi", "Anne Ben Ölüyorum" gibi şarkılarını beğeniyorum.

         Kaya Kuzucu ağabeyimiz de Altaylardan gelmiş bir "kam" gibidir. Hem görünüş, hem tarz olarak yozlaşmamış, Batılılaşmamış ve Araplaşmamış Türk kültürünü yansıtır. Aslında ilahiyatçıdır ve dindar bir Müslümandır. Fakat Tengriciliği de yaşamak ve yaşatmak gerektiğini düşünür ve buna göre davranır. Macaristan'da düzenlenen Turan Kurultayı'nda Türkiye'yi temsil etmişti.

            Ozan Emin Demir ise Zilelidir. Dursun ağabeyimiz için yazıp bestelediği "Ağlama Gül Anne" adlı ağıtla tanınır. "Karabağlıyam" şarkısının bulunduğu albümü Azerbaycan'a ithaf etmiştir. Son derece efendi, ağırbaşlı ve davamıza inanmış, donanımlı bir sanatçıdır. Son albümü "Atsız Nağmeler"de Atsız'ın şiirlerini besteleyip yorumlamıştır.

         Atilla Yılmaz da töreci bir sanatçıdır. Eserlerinde asla saçma sapan kardeşlik, hümanizm mesajları vermez. Aksine Türk ırkına verilen her zararın intikamını almaya teşvik eder. "Gelin Savaşa", "Tanrı Dağı", "Vur", "Çağrı" gibi şarkılarında bu temayı işler. Sesi de çok güzeldir.

            Hasan Sağındık ve Ozan Arif ise; zindanda işkence gören ve şehit edilen Türk milliyetçilerinin örnek hayatlarını, çektikleri acıları ve Turan ülküsü için her zorluğa göğüs germenin önemini anlatan eserler yapmışlardır. "Yusufiyeliler" yahut "Taş Medreseliler" olarak bilinen bu abide şahsiyetlerin izinde yürümemiz gerektiğini biz gençlere öğretmeyi şiar edinmişlerdir.

            Bu kadar övgüden sonra biraz da eleştirmek gerekenleri anlatacağım. Muazzam bir söz yazarı olan Osman Öztunç'tan başlayayım. Tarifi imkansız bir sembolizm anlayışı vardır. "Bahtiyarım", "Hapishane", "Beddua", "Durmuş'un Türküsü", "Susmam Ben", "Eyvah" gibi birçok eserinde şifreli ve kafa yoran bir anlatımı vardır. Akla hayale gelmedik sözcüklerle 80 öncesinde Türk milliyetçilerinin yaşadıklarını anlatır. Anlamını Türk milliyetçileri çözüyor zaten de, Osman Öztunç'un en büyük handikapı: sesinin Ahmet Kaya'ya benzemesidir. Mesela çok naif bir eseri olan "Şahım"ı söylerken sesi yumuşaktır. Ben bazen bilerek sesini Ahmet Kaya'ya benzetmeye çalıştığını düşünüyorum. Bu da bizi solcuların karşısında özenti durumuna düşürüyor ne yazık ki. Osman Öztunç çok sağlam bir söz yazarı ve bestekardır ama iyi bir yorumcu değildir maalesef.

           Ahmet Şafak'a gelelim. İyi bir gazeteci olsa da, ne yazık ki sesi çok kötüdür. Bağırarak şarkı söylemeyi marifet sanmaktadır. "Nevada Semey", "Kırmızı Beyaz Yarim", "Karabağ" ve "Ay Gız" dışında şarkılarını beğenmiyorum. Televizyonda çıktığında kanal değiştiriyorum. Çünkü çok aşırı derecede bağırıyor, hoş değil. Yüksek perdeden okumak; su gibi sesiyle Yıldızdoğan'a yakışır. Söz yazıp, besteleyip Mustafa Yıldızdoğan ve Atilla Yılmaz'a verse de, onlar söyleseler keşke.

              Ali Kınık ise; ocaklı gençlerin çay-sigara tüketirken dinledikleri arabesk şarkıcısıdır. Ülkücü camianın Hakan Taşıyan'ı, Müslüm Gürses'i desek yeridir. Konserine gittiğimde kalbimin üstüne ağır bir kaya koymuşlar gibi hissettim. Kendisini bizzat tanıyan ağabeylerim çok efendi biri olduğunu söylüyorlar. Ama tarzı insanı miskinleştirir. Geçen yıl ağustos ayında gittiğim konserde, olmayan aşkın acısını çektim. Sonunda dayanamayıp çıktım zaten. Karşı cinse bağımlı olmayı telkin eden ve uyuşturan şarkılar söylüyor. Bir Türkçü olarak, bu tarz şarkılar benim gözümde pimi çekilmiş bombadan farksızdır. Milli ruhu şahlandıran marşlar ve koçaklamalar dururken, arabesk dinleyip ruhu zehirlememek gerekir.

           Ozan Erhan Çerkezoğlu'na gelelim. Komünistlerin söylediği "Eftelya" adlı kardeşlik temalı zırvayı güya bize uyarlayıp "Türkistan" yapmış. Bizim buna ihtiyacımız mı var? Bu nasıl bir tatmin aracıdır? Bize ne elin solcusunun Rum kızı güzellemesinden? Yeni şeyler üretemeyecek kadar kısır mıyız ki buna tenezzül edelim? Ayrıca son derece agresif görünüyor. Kendisi çayını içip sigarasını tüttürsün ve hazıra konmaktan da vazgeçsin bence. Çok komik davranışlar bunlar.

             Ve son olarak Ozan Ünsal. Bundan yaklaşık 10 yıl önce Kan Kokusu adlı şarkısıyla tanıdık onu. O şarkı güzeldi evet. Fakat kendisinin ne olduğu, neye hizmet ettiği belli değil. Başlarda Türkçü gibi görünüyordu, sonra ülkücü oldu, sonra BBP'li ve şimdi de tarikatçı olmuş. Görünüm itibariyle El Kaide militanlarından hallice. Şu an Nakşibendi tarikatından sanırım. Gün geçtikçe daha da radikal İslamcı bir kimliğe bürünüyor. İçine dahil olduğu hiçbir grup tarafından benimsenmemesine şaşmamak gerek. Ayrıca Şii Türkler aleyhinde de ağzına geleni söylüyor. Varsın söylesin, Şiiler kendisi gibi farklı mezheplere ve dinlere tahammülsüz insanlar değildirler ve yürüdükleri yoldan şüphe duymadıkları için alınları ak, başları dik yürümektedirler. Kendisine sadece acıyorum, komik bile değil zira.

           Son olarak; Türkçülere dinledikleri şarkıcıları iyi seçmeleri ve her milliyetçi geçinene prim vermemelerini tavsiye ediyorum. Hepsinden bahsetmek uzun sürer. Çok kaliteli fakat az bilinen sanatçılarımız var. Onlara sahip çıkmak yeterli.


2 Temmuz 2015 Perşembe

Türkçü Nesiller Yetiştirmede "Anne" Faktörü

                  Eski bir çocuk şarkısında der ya, "Analar çeker yükü, kimsenin bilesi yok" diye. Ben biliyorum. Sırtında esir Türklerin yükü, kucağında küçücük ben. O'nu öyle iyi anlıyorum ki. Annemle gurur duyuyorum. Tabii babamla da.

                   1990 yılının Kasım ayına gidelim. Annem hamile olduğunu öğrenir öğrenmez kitaplığındaki Türk milliyetçiliği ile ilgili bütün eserleri ortaya koyuyor ve yüksek sesle okumaya başlıyor. Henüz bir çekirdek kadar bile değilim belki. "Bilmez, anlamaz demedim" diyor, "Hissettiğim her şeyi hissedecektin" diye ekliyor. Bu süre zarfında sürekli kahramanlık türküleri ve marşlar dinliyor. "Kür Şad'ın narasıyla indik Tanrı Dağı'ndan" diye haykırarak marş söylüyor. Babam dışında herkes, arkadaşları, akrabalar anlam veremiyorlar bu duruma. Doğmamış çocuğa kitap okunmasına, marş dinletilmesine gülüyorlar. Kendi zavallı hallerine gülsünler! Babam günün çoğunu işte geçirip, akşamları annemin sağlığı ile ilgileniyor. Annemi destekler her konuda sağ olsun.

                 İlk çocukluğum da yine böyle geçti. İstiklal Marşı'nı baştan sona ezberletti annem, sonra Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi... Anlamadığım sözcükleri açıklıyordu. Ayrıca anlamam için Atsız'ın Türk Ülküsü adlı eserini hafifleterek anlatıyordu. 4 yaşında okuma yazmayı öğrendiğim sırada, 70'lerden kalan o güzelim kitap, benim karalamalarımla doluydu. İlk yazılarımı ona yazdığımı anımsıyorum. Aslında alınyazımı yazmışım...

                Dede Korkut hikayeleri, Ergenekon, Göç, Bozkurt, Yaratılış destanları... Büyüyünce Bamsı Beyrek'in kapağındaki Banuçiçek gibi börk takıp, ok atacağımı hayal ediyorum. İlkokul hayatım genelde böyle geçti. Annem bazen ben uyurken bana kitap okurdu. Ziya Gökalp'ten Ala Geyik'i okurken gözleri dolmuştu. "Dedim Turan meleği, / Türk'ün yüce dileği / Yüz milyon Türk bu anda / Seni bekler Turan'da!" Turan! Anlamını sabah olunca sordum. Annem atlası açtı, Dünya Fiziki Haritası sayfasına geldik. "Türkiye bizim devletimiz ama vatanımız Türkiye'den ibaret değil" dedi. Uzun uzun anlattı. Artık kafamda bir şeyler şekillenmeye başlamıştı.

                   Annem beni sıkboğaz etmiyordu elbette. Rapunzel, Pamuk Prenses, Çizmeli Kedi gibi dünya masalları okuyordum, Barbie bebeklerimle oynuyordum. Bilgisayarımda birbirinden zevkli oyunlar da oynuyordum, arkadaşlarımla ip atlıyordum. Drama, piyano ve mandolin kurslarına gidiyordum. Annem çocukluğumu doya doya yaşarken, geleceğe yatırım yapıyordu sadece.

                    Sonraları muhteşem bir sistem oluşturduğunu farkettim. Annem beni Atsız'ın eserleriyle ödüllendirmeye başlamıştı. Yazılılarım iyi geçtiğinde veya karne hediyesi olarak Atsız'ın kitaplarını alıyordu. İlk kez Deli Kurt'u matematik yazılısından 5 aldığım için almıştı. Ben kitabı okuyunca yorumlamamı ve kompozisyon yazmamı istiyor, yazdıklarımı okuyunca sevinçle beni bağrına basıyordu. "Seninle gurur duyuyorum kızım, vatana millete faydalı bir Türk kızı olacaksın" diyor ve bana hayran hayran bakıyordu. Babam da eve geldiğinde aynı şeyleri söylüyordu. Doğru yolda olduğumu, güzel şeyler yaptığımı anlamış oluyordum. Babam da bana Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor ve Ruh Adam'ı armağan etmişti.

                    11 yaşına geldiğimde bu kutsal ülkünün yollarının dikenlerle, taşlarla döşeli olduğunu öğrendim. Mustafa Yıldızdoğan'ın bestelediği Önkuzu'yu dinleyip anneme sorduğumda yüzünün kireç gibi bembeyaz olmasını unutamam. Annem önce kem küm ederek gerçeği gizlese de, sonra o acı olayı öğrendim. 1980 dönemi ve öncesinde şehit edilen ağabey ve ablalarımın hayatlarını okudum. Annem gerçeklerle yüzleşmemi, bu yolun ucunda zindan, ölüm, sürgün olduğunu da göstermek istemişti. Fakat tek taraflı okumamı istemiyordu. Karşı ideolojileri de öğrenmem için muhtelif ideolojilere mensup yazarların kitaplarını da okuttu. Gerçek tekti ve ben gerçeği biliyordum.

                  Türkçü bir annenin Türkçü kızı olduğum için çok şanslıyım. Türk kızlarının çocuk yetiştirme sistemi böyle olmalıdır diye düşünüyorum. Bir gün annem gibi bir anne olacağım.

               

4 Haziran 2015 Perşembe

Sevgisini Gösteremeyen (!) İnsan

              Yoktur! Evet, böyle bir şey yok. Sevgisini gösteremeyen, belli edemeyen insan diye bir şeyin olduğuna inanmıyorum. Sevmeyen insandır o. Hiç kendimizi kandırmaya gerek yok. Konuşmayan, yüzeysel konuşan veya sevecen davranmayan kişi, karşısındakini sevmiyordur.

              Bununla yüzleşmek zor gelebilir. İnsan sevdiği biri tarafından sevilmediğini kabullenmek istemez. Bazen kendini kandırır, bazen "İşi vardır, yoğundur" diye kendini teselli eder. Ama hayır! İster arkadaş olsun, ister aşık olunan kişi, karşısındakini seven insan onu yalnız bırakmaz. Nasıl olduğunu merak eder, hal hatır sorar, görüşmek ister. Bunlar yoksa, o kişi karşısındakini sevmiyordur, ya da yeterince sevmiyordur.


              Gururlu olmak gerek. Kendisini sevenin değerini bilmeyen insanın karşısında küçülmenin, ezilmenin anlamı yok. Kimsenin kimseyi sevmek zorunda olmadığını kabullenip, uzak durmak en mantıklı olandır. Eğer yokluğunuz önemli bir boşluk yaratırsa, söz konusu kişi geri döner zaten. Umursamıyorsa, umursamanın anlamı yok.  Özel hayattan insan silmek, kimi zaman yararlı bir eylemdir. Kişinin özsaygısı için gereklidir.


           

29 Mayıs 2015 Cuma

Beklenti Kavramına Bakış

                     Son zamanlarda herkesin dilinde "Beklentilerini düşük tut" veya "Sıfır beklenti mutluluk demek" gibi sözler var. Herkes hayal kırıklıklarını en aza indirgemek için bu yolu seçmiş. İnsan ilişkilerinde bu doğru olabilir, fakat idealler ve hedefler söz konusu olduğunda beklentisizlik miskinliği de beraberinde getirir.

                     İnsan ilişkilerinde düşük beklenti işe yarar. Karşıdaki insanlardan çok büyük şeyler istenmezse ve beklenmezse, sürprizlerle karşılaşıp mutlu olmak daha da kolaylaşır. Hem de bu, hissedilen sevgide çıkar olmadığını gösterir. Çok sevdiğim insanlardan çok fazla şeyler beklemem. Sadece vefa ve ilgi yeterlidir. Geçen gün bir kuyumcunun önünden geçerken, sevgilisine yahut eşine baskıyla künye aldırmaya çalışan bir kadına denk geldim. Oysa elinde bir çiçek vardı. Çiçeği yetersiz bulmuş olacak ki, künyeyi işaret ederek duygu sömürgeni bakışlarla "Bunu istiyorum, layık değil miyim buna" diye trip attı. Birkaç saniye çaktırmadan durup baktım, adam bezmiş bir halde dükkana girdi. Kadın da peşinden tabii. Erkeğin isteyerek almadığı bir hediyenin ne önemi olabilir ki etrafa hava atmaktan başka? Düşünüp çiçek almış, ne güzel. Sevgi, maddi değeri yüksek hediyelerle ölçülecek kadar değersiz bir duygu değildir.  Ayrıca bir insanın karşısındakine verebileceği en güzel hediye, onunla vakit geçirmesidir. Çok sevdiğiniz ve sizi anlayan bir insanla oturup sohbet etmekten daha anlamlı ne olabilir?

                    Vefa ve ilgi dedim az önce. Bu beklenti çok normaldir tabii ki. İnsan sevdiklerine bu kadarını çok görmemeli. Ancak yine de insan ilişkilerinin her türlüsünde beklentiyi düşük tutmakta yarar var. Fakat vatana ve millete hizmet etmek için koyulan bir hedefe ulaşmada beklenti yüksek olmalıdır ki, çalışma azmi ve hırs da fazla olsun.

                   


23 Mayıs 2015 Cumartesi

23 Kasım

               Kasvetli bir kasım sabahı, O'nun fotoğrafını yakama takıp, kahvaltı yapmakta olan annem ve babama şöyle bir bakıp evden çıktım. Başka zaman olsa "Ah kızım ah, yine bir şey yemedin" diye veryansın ederlerdi ama o gün 23 Kasım olduğu için ağızlarını bıçak açmadı. 
                          Arkadaşlarımla camide O'nun için mevlid okutacaktık. Ulu Camii'ye doğru yürürken yolda rastladığım tanıdıklara selam bile vermedim. Aklımda o esnada sadece iki şey vardı: Dursun ağabeyim 44 yıl önce bu gün şehit olmuştu ve Ay Tigin'in doğum günüydü. Elim telefonuma gitti ama ne diyecektim ki? Kuru kuru, boğuk bir ses tonuyla "Doğum günün kutlu olsun Aytekin" mi? Daha neler! Telefonumu tekrar montumun cebine koydum. O gece hiç uyumadığım için gözlerimin altı mor ve yüzüm kireç gibiydi. Arkadaşlarımın yanına geldiğimde hepsi aynı anda "Hasta mısın" dedi. Ruhum hasta, anlayan yok diyemedim. Anlaşılmaya öyle muhtaçtım ki.

                     İmam efendi bir gün öncesinden Kuran okuduğu için fazla bir şey yapmadık. Su, tesbih ve Dursun Önkuzu'nun hayatını anlatan broşürleri dağıttık. Anmaya gelen ve kendini Türkçü sanan kişiliksiz bazı insan müsveddelerinin kakara kikiri gülüşmeleri asabımı bozduğu için derhal onlardan ayrıldım. Bugün Ay Tigin'in doğum günüydü. Neşeli ve sevimli bir şekilde kutlamayı çok istiyordum ama duygularım alınmış gibiydi. Boğazıma kadar doluydum, ağlayamıyordum. Diğer yandan mutluydum, gülemiyordum. Ama sanki hiçbir şey hissetmiyordum. Tuhaf bir duygu.

                    Sokaklarda amaçsızca yürüdüm. İnceden yağmur çiseliyordu. Gök bile ağlıyordu da, ben ağlayamıyordum. İçimden uzun uzun konuştum O'nunla. Derdimi anlattım. Ağlayacağımı anlayınca eve döndüm. Kapıdan içeri girer girmez zemberek gibi boşaldım. Hıçkırıklara boğuldum. Annem üzgündü ama ağlamama seviniyordu. "İçine ata ata hasta olacaksın, bağıra çağıra ağla" dedi. İstediğim gibi ağlayamasam da biraz rahatlamıştım.

                    Ay Tigin'in doğum günüydü. Yazdım O'na sonunda. Ne yazdığımı hiç hatırlamıyorum. Ama olsun, kutlamıştım ya. İstediğim gibi olmadı tabii ki. O dönemde yeni tanıştığımız için üzgün olduğumun farkında olsa da, bu konunun çocukluk travmam olduğunu ve çektiğim acının boyutunu bilmiyordu. Artık biliyor ve her zamanki gibi beni anlıyor. Zaten en ihtiyaç duyduğum şey bu. Anlaşılmak insana değerlilik ve tatmin olmuşluk hissi veriyor. Çoğu kişinin anlam veremediği ve hatta bilmediği bir konuyu sabırla dinleyen ve beni anlayan birinin olması çok güzel.

                      Ay Tigin bilmiyor ama, benim hayallerimden biri, Dursun ağabeyimizin mezarına, Tokat'ın Zile ilçesine birlikte gitmek istiyorum. Ama önce benim tek gidip içimdeki zehiri akıtmam, feryat figan etmem, belki ağıt yakmam lazım. Ruhum azad olunca bu sefer çok keskin ve cayır cayır yakan bir acıyla değil, buruk bir şekilde Ay Tigin ile gitmek istiyorum.

                     Tanrı büyük acılardan sonra bir armağan verir. Mutluyum ve şükrediyorum. Üzerime düşeni yerine getirip, akademisyen olduğum gün, ağabeyim benimle gurur duyacak.

19 Mayıs 2015 Salı

Uykunun Ruh Sağlığı Üzerindeki Etkileri

                 Sağlık alanında öğrenim görmemiş bir insan olsam da, uykunun insanın ruh hali ve duygu durumu üzerindeki etkilerini tecrübelerimden ve araştırmalarımdan az çok biliyorum.

                 İnsan aslında her şeyi rüyada çözer. Sıkıntıları, travmaları, dertleri hep rüyalarına yansır. Ara ara gördüğümüz kabuslar, bizi huzursuz eden olaylar ve hatırlamak istemediğimiz her şeyi rüyada görmemiz bilinçaltı temizliğinden başka bir şey değil. Günlük hayatta bilinçaltına ittiğimiz ve unutmaya çalıştığımız her şeyle uyurken yüzleşiriz. Çok rahatsız edici olsa da, uzun vadede zihnimizin geri dönüşüm kutusunu boşalttığı için yararlı olabilir.

                 Rüya görmek ruh sağlığı için yararlı olduğu gibi, ilahi mesajların da verildiği bir âlem olabilir. Rüya tabirleri de görülen rüyaların anlamını açıklar. İnancım gereği Oniki İmam'ın altıncısı İmam Cafer-i Sadık (a.s) efendimizin rüya ilmine çok güvenirim. İmam Cafer de, yıldız bilimcilerin piri sayılan rüya yorumcusu Hz. Yusuf (a.s) gibi, bu işi profesyonelce yapmış. Bu nedenle piyasadaki sahte medyum ve müneccimlerden medet ummayı yanlış buluyorum. Müneccim sanıldığı gibi safsatalar peşinde koşan değil, "necm" yani yıldız bilimcisi olan kişidir. Ahilikte meslek pirleri arasında müneccim olarak Hz. Yusuf (a.s) da vardır. Fakat bu konularda hassas olunmalı, güvenilir olmayan kaynaklara itibar edilmemelidir. Peygamberimizin torunu, Hz. Fatıma-İmam Ali (a.s) neslinden İmam Cafer'in rüya yorumlarının bulunduğu kaynaklar Türkçe neşredilmiştir.

               Uyku düzeni de rüyalar gibi önemlidir. Çok geç uyumamak ve erken kalkmaya alışmak, insanı zinde tutar. Fakat internet ve sosyal medya bağımlılığı nedeniyle, bizim kuşak uyku sorunları yaşamaktadır. Uykusuzluk ve uyku sorunları, insanı depresyona sürüklemekte ve karamsarlığa itmektedir. Uykusunu alamayan insan; hırçın, tahammülsüz, mutsuz, anksiyeteye açık ve huzursuz olur. Kaliteli bir uyku, insanda yaşama sevinci ve çalışma azmi uyandırır. Uyku sorunları yaşayan insanlar rezene, papatya, ıhlamur gibi çaylar ile süt ve ayran içerek çözüm bulamazlarsa mutlaka bir hekime başvurmalıdırlar.

6 Mayıs 2015 Çarşamba

O Asla Geri Dönmeyecek (Dursun Önkuzu)


                         

                          Gelmeyecek olanı beklemek ne kadar acı. Gelmek istese de gelemeyecek olduğunu bilmek daha da acı. 157 no'lu yataktaki o fotoğrafını, yakın plandan gördüğüm acı dolu yüzünü ömür boyu unutmayacağım. Kırılmış dişlerini, açık ve kan dolmuş ağzını, kilitlenmiş çenesini... Yüzünde hem vakar hem de işkence görürken canı çok yandığı için acı dolu bir ifade var. Bedeni incecik. Yıllardır görmediğim o fotoğraf hep aklımda, hep gözümün önünde.

                         "Müteveffa Ertuğrul Dursun Önkuzu'nun mal varlığı: bir gözlük, bir dolmakalem, bir çift çorap, bir kol saati, bir çift ayakkabı, bir ceket." Bir de kitapları varmış O'nun. Bütün parasını biriktirip kitaplık oluşturmuş kendine. Babası sobacılıkla geçinen Abdullah Önkuzu... O'nun öksüz Türklüğünden, Türk milliyetçiliğinden başka serveti yoktu. O ceketinin üzerinde de komünistler tarafından vurulan, aslen Kerküklü olan şehidimiz Süleyman Özmen'in kanı varmış. Süleyman ağabeyimiz vurulduğunda sırtına alıp hastaneye koşmuş. Zile'ye gittiğinde annesine "Anne sakın bu ceketi yıkama, üstünde şehit kanı var. Ahirette şahitlik edecek" demiş.

                        Bulunduğu yeri çok sevdiğinden şüphem yok. Melek oldu O. Benim gözümde dünyanın en güzel, en masum, en sevimli meleği... Canım ağabeyim benim. O bütün Türk milliyetçilerinin Dursun ağabeyi. Nasıl özlüyorum anlatamam. Hiç görmediğim, konuşmadığım, sesini duymadığım, sarılamadığım insanı ölürcesine özlüyorum. Şu hayatta Atatürk, Atsız, ailem ve birkaç arkadaşımla birlikte en çok, evet en çok sevdiğim insan. Aslında beş bin şehidimizin tamamı aynı değerdedir. Ama çocukluğumu hasretiyle geçirdiğim Önkuzu başkadır. Yastığımda gözyaşlarımın hiç kurumamasının sebebidir.

                       Bir kere görebilmek için neler vermezdim... Bir kez sarılabilmek için, "Ben seni hiçbir dünya telaşına değişmedim, ağabey," diyebilmek için neler vermezdim. Beni sever miydi acaba diye düşünüyorum bazen. O'nu ne kadar çok sevdiğimi bilse yeter bana.

                        Ömür takvimim bittiğinde, Türk ırkına layıkıyla hizmet etmiş bir Türkçü olarak Dursun ağabeyime kavuşmak için çalışacağım. Uğruna yaşadığım ve ölmek istediğim tek servetim Türklüğümden başka bir şey değil. Türkçülüğün kölesi olarak ruhumu teslim ettiğimde, Atsız Ata'nın ve O'nun "Hoş geldin kızım, kutlu olsun" diyecekleri anı sabırsızlıkla bekliyorum.

                 

29 Nisan 2015 Çarşamba

Türk Milliyetçiliğine Sızmaya Çalışan Çaşıtlar ve Fikirleri

               Aslında at izi çoktan beri it izine karışmıştı. Osmanlıcılık, İslamcılık, komünizm ve bilumum zararlı ve dış kaynaklı fikirler, Türk'ün bünyesine zerk edilmeye çalışılıyordu zaten. Fakat nasyonal sosyalizm adı altında komünizm; yani Moskof ve Çin çaşıtlığı yapan Türk Solu ile yancısı TGB de buna tuz biber oldu. Sentezcilik zaten başlı başına uyuşturucu niteliği taşıyan, Türkleri miskinleştirme politikasıdır. Türklük tek başına bütün kuralların, değerlerin, inançların üstündedir. Yanına, yöresine başka kavramlar getirmek gerekmez. Şahsım adına söylüyorum, Müslümanım. Ancak bu yalnızca beni bağlar. Benim ırkım yetersiz değildir ki, Türklüğümü başka kavramlarla sentezlemeye ihtiyaç duyayım!

             Zamanının hızlı Maocularının Türklükten, milliyetçilikten medet ummaları hayli gülünç ve zavallıcadır. Ulu önder Atatürk'ü paravan olarak kullanıp, Türk töresine tamamen zıt fikirlerle yoğrulan; Atatürkçülük ile ilgisi olmayan Kemalizm ve kızıl komünizmin çöktüğünü anlayınca bir yere kapılanma ihtiyacı duyan dinozor fosilleri kendileri çalıp, kendileri oynuyorlar. Sultan Galiyev'in adını dahi bilmeden nasyonal sosyalist olduğunu, hele ki Turancı sosyalist olduğunu iddia etmek aptallıktan başka bir şey değildir. Kaldı ki, nasyonal sosyalizm yabancı kaynaklı bir fikirdir. Bu kadar mı düştünüz? Yazık... Zaten neyse ki fazla taraftar toplayamıyorlar. Yine de uyanık olmak gerek.

            Sentezcilik ise; Türklerin ve bütün Müslümanların birliğini, kardeşliğini savunmaktır. Bu da gülünç ve zavallıca bir fikirdir. Kendini Türk kabul eden herkesi Türk saymak; eşeğin üstüne aslan postu koymak gibidir.  Ya aslan postuna bürünmüş eşeğin kükremesini bekleyecek kadar saf, ya da Türklüğün tanımını ve kapsamını değiştirmeye çalışacak kadar içten pazarlıklıdırlar. "Kültür milliyetçiliği" diye zırvalayıp durmak ve Türk kanı taşımanın önemsiz olduğunu vurgulamak ancak etnik döküntülerin işidir. Türk olmayan biri, üzerinde yaşadığı Türkiye Cumhuriyeti'ne sadıktır diye Türk ilan edip şeref payesi verecek değiliz! "Ne olursan ol yine gel" felsefesiyle milliyetçilik yapılmaz. Bu avam takımının, din simsarlarının ve hümanist denen omurgasızların işidir. Türkçüler Günü'nden "Milliyetçiler Günü" diye bahsetmeye kalkan akıl fukaralarından da başka türlüsü beklenemezdi zaten.

             Son zamanlarda virüs gibi yayılan bir başka zararlı fikir: Avrasyacılık! Mihail Gorbaçov'un ağzıyla konuşan, Türk ve Turan diyemeyen bu yüzsüzler takımı, daha çok üniversitelerde topluluk kurarak yapılanıyorlar. Banu Avar'ın kitaplarından feyz alan(!) avrasyacıların dertlerinin Türk birliği olmadığı aşikâr. Farsi bir millet olan Tacikler' i de Türklük kapsamına almaya çalışan avrasyacı gördü bu gözler! Zaten Avrasya denen coğrafya da muhtelif kavimleri kapsamaktadır. Üniversite gençliğinin uyanık olması şart. Türklükten ve Turan'dan bahseden herkese güvenilmemeli, fakat hiç bahsetmeyen avrasyacılara asla güvenilmemelidir.

             İçimize sızmaya ve bünyemize yerleşip bizi hasta etmeye çalışan bütün parazitlerden ve virüslerden arınmalıyız, arınacağız.

   


       
 
           

           

Yalnızlık Ömür Boyu


                 Bir MFÖ şarkısıdır Yalnızlık Ömür Boyu. Kimi ne kadar seversek sevelim, ne kadar sadık ve vefalı olursak olalım eninde sonunda kendimizle baş başa kalacağımızı anlatır. Yalnızlık paylaşılmaz. Aslında yüksek egolu olmanın en büyük avantajı da, her an yalnız kalmaya hazırlıklı olmaktır. Kendini seven insan, gidenlerin arkasından yas tutmamayı öğrenmiştir. Hayatındaki herkesi serbest bırakır; kalanla hayatına devam eder, gitmek isteyene de "eyvallah" der. Kendine saygısı olan herkes bunu yapar.

               Aslında hiç kimsenin baki olmadığını fark etmekle başlıyor her şey. Aileniz fani, göçüp gidecekler. Aşık oluyorsunuz, bitebiliyor. Evleniyorsunuz, boşanma ihtimaliniz her zaman var. Çocuğunuz oluyor, o da bir gün kendine başka bir hayat kuracak. Dostlarınızın yarı yolda bırakma olasılığı da var. O halde? Bu elbette öyle olmayabilir. Çok mutlu bir aşk hayatınız, evliliğiniz, çocuklarınızla mükemmel bir ilişkiniz ve sadık dostlarınız olabilir. Fakat tabut tek kişiliktir. Eninde sonunda kendimizden başka kimsemiz kalmayacak. Dini inanca sahipsek, sadece Tanrı ile kalacağız.

                Bir şehir efsanesine dönüşen ve aslında Can Yücel'in yazmadığı o meşhur "Bağlanmayacaksın" şiiri bu durumu çok güzel özetliyor. "Bağlanmayacaksın bir şeye öyle körü körüne... O olmazsa yaşayamam demeyeceksin. Demeyeceksin işte; yaşarsın çünkü. Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki!"

               Sadece inandığı, uğruna her şeyi göze alabileceği, her şeyden feragat edebileceği bir davası olmalı insanın. Bu benim için Türkçülükten başka bir şey değildir. Sadece Türk ırkı için, Türklüğün bekası için canımı dişime takarak her zorluğa katlanabilirim ve tek vazgeçilmezim budur. Sosyal Darwinist ve makyavelist bir insan olarak; Turan ülküsü için çalışmaktan başka gayem yok. Değerlerimi ve benliğimi fani olan varlıkların üzerine inşa etmedim. Bu nedenle yanımda yürüyecek insanlar da bu mantıkta olmalılar diye düşünmekteyim. İnsan ilişkilerinde son derece seçici olduğumdan, yalnızlık bende olumsuz bir etki bırakmıyor.  

               Kuru kalabalıktan ve insan görünümlü karikatürlerden sakınmak gerek. Az insanla mutlu olmak sanattır. Huzur gerçekten içimizde...  



           

             

28 Nisan 2015 Salı

Bugünün Masalı = Geleceğin Gerçeği

                       

                      Bir varmış, bir yokmuş... Ahir zaman içinde bir gün, Güneş Ağrı Dağı'nın arkasından sevimli gülümsemesiyle belirip Türk yurdunu aydınlatırken, Azerbaycan bayrağı da sabah rüzgârıyla nazlı nazlı süzülürken Türk çocukları yepyeni bir güne uyanmışlar. Revan'da uzun süren kış sonrası, doğa yeniden canlanmaya başlamakta imiş.

                     Artık Azerbaycan ve Türkiye arasına sözde Ermenistan'dan çekilen dikenli teller kaldırıldığı için, Azerbaycan askerleri Gümrü-Kars sınırında silahsız bir şekilde, vatan türküleri söyleyerek gezmektelermiş. Ortada bariz bir sınır olmadığı için, Revan'daki Türk Kurultayı'na Türkiye üzerinden giden Türkiye ve Balkan Türkleri günün ilk ışıklarında, geride bıraktıkları Ağrı Dağı'nın güzelliğine hayranlıkla bakarak yollarına devam etmişler. Yol boyunca çalışmalar sürmekte; yerleşim birimlerinin adları ve yönlerinin bulunduğu tabelalar Azerbaycan ve Türkiye Türkçelerinde hem Latin, hem de Göktürk alfabesiyle yeniden yazılmakta imiş.

                    Revanlı çocuklar ise neşeyle Türkiye, Kosova ve Gökoğuz (Gagavuz) Yeri plakalı araçların peşinden koşuyorlarmış. Arabalarını durduran yetişkinler, çocukların ellerine "Azerbaycan Milli Bankı - 5 Manat" yazılı (Şu anda da üzerinde Orhun yazıtlarının resmi bulunmaktadır.) paraları tutuşturup, ufaklıkların saçlarını okşadıktan sonra tekrar yollarına devam etmişler. Nevruz için bir an önce Gökçe Gölü'ne ulaşmaları gerekiyormuş. Ah, Gökçe Gölü! Yıllarca Ermenice "Sevan" adının verildiği o güzel gölümüzü işaret eden tabelada "Göyçə Gölü Bu Tərəfdədir - Gökçe Gölü Bu Taraftadır" yazısını gören Türkiye ve Balkan Türkleri sevinç gözyaşları dökerek araçlarından inip, göle doğru koşmuşlar. Hınca hınç bir kalabalık! Türk yurtlarından ırkdaşlarımız hasretle kucaklaşmışlar.

                    Dünya tatlısı Türk çocukları "körebe, saklambaç (Az. Türk. =gizlenpaç), menekşe (Az. Türk. =benövşe), çelik çomak" gibi Türk çocuklarına özgü çocuk oyunlarını oynamakta imişler. Gökoğuz Türkü bir çocukla Saka Türkü bir çocuğun kovalamaca oynamasını kâh gözleri dolarak, kâh gülüşerek izleyen anne-babaların keyfine diyecek yokmuş.

                  Az sonra bütün Türk ülkelerinden askerlerimizin geçit resmi başlamış. Herkes hayranlıkla bu muhteşem töreni izlemeye koyulmuş. Gökçe şehrinde bayram coşkusu sürerken, Revan'da da kutlamalar devam ediyormuş. Sokaklarda dev semeniler, yol kenarlarına dizilen masalarda yer alan süslü honçalar, şehrin biraz uzağında yer alan geniş arazide ayin yapan Tengrici Türkler, Revan'daki tarihi Türk mimari şaheseri Gök Mescit'te şükür namazı kılıp dua eden Müslüman Türkler, Türk bir papazın önderliğinde dua eden Hıristiyan Gökoğuz Türkleri ve Macarlar... Dini ve mezhebi ne olursa olsun bütün Turanlılar bir arada... Ne büyük saadet!

                Ağrı Dağı o gün ilk kez bu kadar mutlu olmuş. Birbirinden sevimli minik sahiplerine; Türk çocuklarına bakıp iç geçirmekte ve ateşin üzerinden atlayanları izlemekteymiş. Artık dertsiz, tasasız, bütün Türk yurtlarının özgürlüğünün kutlandığı bu mutlu gün Güneş'in yavaş yavaş çekilmesiyle son bulurken, gözetleme kulesinde duran bir Azerbaycan askeri "Karabağ Şikestesi"ni mırıldanmaya koyulmuş. Uzakta yükselen bütün Türk devletlerinin bayrakları, akşam rüzgârıyla nazlı nazlı dalgalanırken, birbirine karışan Turan türküleri eşliğinde Ağrı Dağı, asırlık yorgunluğunu atmak üzere, huzur içinde derin bir uykuya dalmış.

14 Nisan 2015 Salı

Börüçala Hasreti

                 
                 
                    Börüçala! Kurt ovası! Sarıkamış'tan önceki toprağım... Her Karapapak türküsünde, hiç duymadığım kokusunu duyduğum şanlı diyar.

                   Esaret nedir, vatansız kalmak nedir bilmeyen ne bilsin? Masal gibi gelir. Borçalısız Borçalılı olmak ne acı! Yalnız bilinmelidir ki, biz Türkler dünyanın en acı çeken milleti olduğumuz halde, acılarımızı duygu sömürüsü aracı olarak kullanmayız. Belki bu nedenle, sırf onulmaz yaramız kanadığı için pek 93 Harbi bahsi geçmez bizim evde. Konusu açıldığında babamın gözleri kin ve öfkeden dolar, sonra derin bir ah çeker, "Artık Türkiyemiz var. Uğruna büyükbabamın büyükbabasının 'Uruslara' esir düşüp işkence gördüğü Kars'ta bayrağımız dalgalanıyor. Buna şükredelim." der.

                  Terekeme milislerine katılıp, Ruslarla, Gürcülerle ve Ermenilerle savaşırken Ruslara esir düşen büyükbabamızın büyükbabası; Taçoğullarından Yakup Bey'in kamasını kutsal bir emanet olarak saklar babam. Haklıdır da. Evin en güzel köşesinde lekeli ve paslanmış gibi görünen, meşin kılıflı kama öylece durur. Dile gelse neler anlatırdı, hangi düşman askerinin bağrına saplandığını söylerdi, kim bilir...

                  Esir göçtük, hür döneceğiz. Bir gün kurtaracağız Gürcü işgalindeki Borçalımızı, Rus işgalindeki Derbendimizi ve Ermeni işgalindeki Revanımızı. Ümidimi ve kinimi hiç yitirmedim, yitirmeyeceğim.

                 Gökbörü'nün çocukları Börüçala'da bayrağımızı mutlaka dalgalandıracaklar!

               

13 Nisan 2015 Pazartesi

Ağrı Dağı'nın Öbür Yüzü



                       Her şey 1988 yılındaki o büyük sürgünle darmadağın oldu. Azerbaycan hanlığı Revan, çoktan tarihin sayfalarında yerini almışken, oradaki Türk varlığı da son günlerini yaşıyordu. 1987'de son Nevruz ve son yeni yıl kutlanmış, Ruslar ve Ermeniler Azerbaycan Türklerini binlerce yıllık topraklarından atmak için onları zorla yurtlarından etmişler, Gence ve Azerbaycan'ın iç bölgelerine sürmüşlerdi. Göçenler kurtulmuş, göçmek istemeyenler hunharca katledilmişlerdi.

                       Bugün Türk toprağı Revan'a Erivan denir oldu. Revan, yıllardır tek bir Türk sesine, bir Türk nefesine hasret; yolumuzu bekliyor.

                               "Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nazende sahralar,
                                Uyan yâreli şir-i jeyan bu hâb-ı gafletten!" (Namık Kemal)

                     Türk ne zaman bu gaflet uykusundan uyanıp, vatanını hür kılacak? Revan gözü yaşlı, yarasını saracak asıl sahiplerini bekliyor!