6 Aralık 2016 Salı

Üç Ayak Bir Şafak: Bir Sitemin Öyküsü

                                     

                        Her okunduğunda tüyleri diken diken eden, Türk milliyetçileri için bir haykırış iken diğerleri için hiçbir anlam ifade etmeyen o şiir: Üç Ayak Bir Şafak.  Türk milliyetçiliğinin sembolizmine her şarkısında yeni bir boyut katan Osman Öztunç, beyin yakan bu şiiri besteleyerek hepimize çok büyük bir hizmette bulunmuştur. Bilenler bilir, o aslan gibi kükreyen sesiyle ve her mısrasında yalnızca bizlerin anladığı o travmatik şiirleriyle "Ahmet Kaya'nın ülkücü versiyonu" diye adlandırılsa da, esasen çok farklı olduğu ve Osman ağabeyimize büyük haksızlık yapıldığı görülecektir. Osman Öztunç'un "Susmam Ben" adlı albümünde yer alan bu şiirden bahsedelim.

                      Lise öğrencisiyken Susmam Ben adlı albümü dinlediğim ilk günü asla unutmayacağım. 2006 yılıydı. Kasetin B yüzünde bulunan bu nadide eserin ilk önce sözlerini okudum. Elbette pek bir şey anlamadım. "Yırtılan nazlı bayrak, gözüme bağlı mendil" ve "Bir kızıl elmaydım, çürüdüm. Halden hale geze geze" dizeleri dışında Türk milliyetçiliğine dair hiçbir emare yoktu. Rastgele, dadaist bir anlayışla yazılmış olsa gerekti. Bazı şeyleri anlamak için olgunlaşmak gerekiyordu. Fakat tüyler ürpertici bir feryat, derin bir travma ve tam bir cinnet hali hakimdi bu şarkıda. Yıllar geçince rastgele olmadığını anladım.

                         "Kahpe kayışında bileniyor bıçak,
                          Üç ayak bir şafak.
                          Celep örfü ahkam olmuş
                          Babam kasap vezir,
                          El oğluna bayram olmuş
                          Kuzular sağ enir.
                          Üç ayak bir şafak."


                   Üç ayak vardı, üç ayak. Öyle bir üç ayak ki, dokuz karanfil onda son nefesini vermişti. Bir şafak vakti... El oğlu bayram eder tabii. Kuzular yağlı urganlara asılıyorlardı. Darağacını selamlayan, gülümseyerek "Türk milliyetçiliği yaşayacak" diyerek idam sehpasına çıkan o bedenleşmiş inancı anlatıyordu. O zamanlar içgüdüsel olarak en acı kısmının şu olduğuna kanaat getirmiştim:

                           "Ahd etmiş babam, beni boğazlayacak
                            Topal tahterevalli hak
                            Fidyeler takas olmuş,
                            Binilen dala iner nacak,
                            İntihar kısas olmuş."

                      Nasıl bir ruh hali bu dizeleri yazdırabilir? Zeka sıçraması ve biriken acılar nelere kadir. Babası tarafından boğazlanan bir nesil vardı ve baba evlatlarını acımasızca öğütüyordu. Babamız baki kalsın diye kızıllarla mücadele ederken, babamızın bizleri yağlı urgana layık görmesi... Babamız öyle uygun görmüş, ne çare...

                                 "Birkaç sefil
                                  Gözde nesil
                                  Yırtılan nazlı bayrak
                                  Gözüme bağlı mendil.
                                  Ben kırk kere İsmail
                                  Babam bir kere İbrahim değil.
                                   Babam asil
                                   Babam adil,
                                   Babam katil!"

                       Hasan Sağındık diyor ya, "Kendimden gayrıya bel bağlayamam; her yerde Özmen'im, hep Süleyman'ım!" Bu isyan değildir asla! Evladın babasına sitemi olabilir ancak. Bir baba evladına nasıl kıyar diye düşünürdüm, bazen kıyabiliyormuş. Düşmanına değil de, sadık yavrusuna.

                       Türkiye Cumhuriyeti baki kalsın yeter ki. "İpse de kaderimiz. yüzülse de derimiz, asla vazgeçmeyeceğiz!" diyen insanların halefleri olabilmek için çabalıyoruz. Biz babamıza hürmetsizlik etmeyiz çünkü. Lütfu da hoş, kahrı da. Ama keşke baba şefkatinden nasiplenebilseydik. Babamız bizi bağrına bassaydı da, köpeklere yem etmeseydi keşke. Bizi bunu hiç haketmedik.

                            "Sarışın değilmişim
                              Kara kaş, kara göz yasak.
                              Has anadan gelmişim,
                              Öz ocağımda öz yasak!"

                       O zamanlar sarışın olmak ayrıcalıktı tabii. Kimi sarışın Coni'lere, kimi yine sarışın Boris'lere uşaklık ediyordu. Amerikalı ve Rus kıskacı arasında bir o yana bir bu yana savrulan yeşil ve kızıl komünistlere karşı, gök tuğlu bir nesil direniyordu. Öz ocağımızda öz yasaktı. Nazlı bayrak yırtılıyor, göze mendil bağlanıyor ve çakallar gözü bağlı, ayakları bağlı kurtları parçalıyordu. Kurtarılmış(!) bölgelere orak  çekiç paçavraları asılıyordu. Türk olmak, Türkçü olmak yasaktı. Gerçi değişen bir şey olmadı, hala yasak.

                               "Yaşımdan bir çağ yürüdüm,
                                 Gece susadı gündüze,
                                 Bir kızıl elmaydım, çürüdüm
                                 Halden hale geze geze.

                                 Onlar ki sığmadılar hiçbir şeye,
                                 Onlar ki herkesten yeğimdeler.
                                 Hiçbir şeye sığmadılar diye
                                 Benim geçimsiz yüreğimdeler.


                       Öyle zehir zemberek bir şiir ki bu, sayesinde canımdan çok sevdiğim insanların acılarıyla bir kez daha ama bu kez en keskin şekilde yüzleştim. Zaten canımdan çok sevmemin sebebi tam da buydu. Onlar her türlü çileyi ihsan sayıyorlardı. 16 yaşında cezaevine giren Doğu Türkistanlı Velican Oduncu. Çinli zindana atsa öyle yanmazdı belki. Ama onun için Türk milliyetçiliği için çekilen kahır kutsaldı. Ne gerekçeyle olursa olsun. İki minik kızına, idam edilmeden önce veda eden ve hiçbir şey anlatmadan gülerek hatıra fotoğrafı çektiren Ali Bülent Orkan... İnfaz edildikleri an vücutları kıbleye dönük şekilde huzur içinde gülümsedikleri için imamı vicdan azabına gark edip: "Yemin ederim erendi onlar, o çocukların bir suçu yoktu!" dedirten Selçuk Duracık ve Halil Esendağ... Daha niceleri düzenin çarklarında öğütüldü. Tek suçları Türk milliyetçisi olmaktı.

                       Rahmetli Ömer Lütfi Mete, kırgın yazmış bu satırları. Atsız'ın vefatından sonra yazılmış olmasına çok üzülüyorum. Serbest vezinde her sözcüğe bir imge yükleme sanatını Üç Ayak Bir Şafak'ı örnek göstererek anlatıp İkinci Yeniciler, Nazım Hikmetoff ve onunla aynı zihniyettekilerin, bolca laf kalabalığı içeren ve doğru düzgün bir şey anlatmayan anlayışını eleştirirdi. Atsız sarkazmı ile Ömer Lütfi Mete deliliği aynı yazıda toplansaydı, müthiş bir deha örneği olurdu. Haset ve akıl kıtlığından muzdarip kızıl komünistler, Ruh Adam gibi eşi benzeri olmayan bir şaheserin kıskançlığıyla yanıp kavrulurken, bu da tuz biber olurdu sanıyorum.

                      Geçmişi her fırsatta hatırlatan, popüler olanı pompalamayan, aralarında ayrım yapmaksızın beş bin şehidimizin aziz hatırasını yaşatan dava arkadaşlarımızın, ağabeylerimizin fikirlerinden yararlanmalıyız. Üç Ayak Bir Şafak bu anlamda çarpıcı bir örnektir. Ömer Lütfi Mete'yi şükranla anıyorum.

                     Şimdi, tam şu an sokaklarda, gece vakti ayazda avaz avaz haykırarak koşmak, ciğerlerim yırtılırcasına ağlamak istiyorum. Bu yoğun duyguları yaşatan Osman Öztunç'un bestesi ve yorumudur kesinlikle. İçimde hep kalan kağıt kesiği gibi sızı, bu görkemli sembolizmin etkisiyle derinleşip, çıldırtan bir hal alıyor. Cinnet o kadar da imkansız bir şey değil.

                       Bazı yaraların ilacı yoktur. Zaman bazı şeylere derman olabilir, ama buna asla. Acınızı sevin, inancınızı diri tutan bu acı olacaktır. Şehitlerimizi minnetle ve şükranla anıyorum.

                     

                   Not: Desteğinden dolayı dostum Ömer Sencer Yuvacı'ya sonsuz teşekkürler.


19 Ağustos 2016 Cuma

Şeyhim Galip Erdem

                     

                             

                           "Ne ses, ne kanat, ne mektup, ne kağıt,
                            Benden sana dilek, senden bana ağıt.
                            ...
                            Yazısı silinmiş, kağıdı sarı,
                            Mektubumu geri getirdi dünya postaları...
                            Yollar, yollar, kuş uçmaz yollar...
                            Denizler aşırı, dağlar aşırı...
                            Sana ellerimden alkış, içimden dilekler,
                            Bahçemde yollarına çiçekler...
                            Ve bir gün dönersem yanına
                            Dudaklarımdan alnına bir ağabey armağanı..." (Arif Nihat ASYA)

                   Ülkemiz için endişelendiğimiz, kötü günler geçirdiğimiz şu dönemde buruk ve yaşamadığım o günlere özlem duyarak bu satırları yazıyorum.

                   Önümde Emine Işınsu'nun Galip Erdem'e hayranlıkla baktığı, Galip Erdem'in de babacan gülümsemesiyle karşılık verdiği bir fotoğraf var. Bakışlarla sarılmanın ne demek olduğunu iyi bilirim. Her anlamda kısır, çorak, tükenmiş bir dönemde yaşarken; o altın neslin insanlarının arasındaki o bağı kurabildiğim ağabeylerim benim için herkesten önemli. Beni menfaatsiz seven ve menfaatsiz sevdiğim, beni yetiştiren o güzel insanlara minnet ve şükran duyuyorum.

                    Tanıyamadığım, özlediğim, kendisine benzetilmekten gurur duyduğum ve her konuda izinden gitmeye çalıştığım insandan bahsedeceğim; Galip Erdem'den.

                    Türk milliyetçilerinin çile değirmeninde öğütüldüğü yıllar... Orhan Şaik Gökyay, Arif Nihat Asya, Nevzat Kösoğlu, Sadi Somuncuoğlu, Dündar Taşer, Nejdet Sançar ve tabii ki Atsız gibi aydınların arasındaki bu isim, diğerleriyle fikir bazında aynı olsa da, kendine özgü kişiliği ve yer yer duygusal, yer yer muzip tavırlarıyla dikkat çekmiştir. Atsız ve Galip Erdem'i çok iyi tanıyan, sohbetlerinde bulunmak gibi emsalsiz bir şerefe erişmiş olan İbrahim Metin, "Şeyh" ünvanı verdikleri Galip Erdem'in, kanepede otururken Atsız'ı gülme krizine sokan oturma şeklinden tutun da, en zor zamanlarda en pratik kararları vermesine kadar birçok ilginç özelliğini anlatmıştır. Bacaklarını birbirine dolayarak oturması ve çoğu huyunun benimle aynı olması (elmayı hiç sevmeyip armut hastası olması gibi) gibi çoğu detay bana tuhaf bir gurur vermektedir.

                     Az önce çileli yıllar dedim. "Ülkücünün Çilesi" adlı eserinde, kaybettiği evlatlarından biri olan Süleyman Özmen'i anlattığı makalesi ile aynı dönemde Atsız'ın yazdığı "Mustafa İsmet ve Kızıllar" makalesini arka arkaya okuduğumda Galip Erdem'in acı ve kinle yazığı, Atsız'ın ise öfke ve kinle yazdığını gördüm. Galip ağabey naif bir insanmış. Naiflik onu yormuş, yaşından evvel yaşlandırmış, koşturmacanın içinde yıpratmış. Atsız ile dertleşmek, Nejdet Sançar'a ve diğer büyüklerimize içini dökmek onu kısa süreli rahatlatsa da, onlardan tavsiyeler alsa da, kendiyle baş başa kaldığında dert onu yiyip bitirmiş. Süleyman Özmen için yazdığı makaleden sonra Dursun Önkuzu için pek fazla cümle kurmaması, onun ruh halini anlatıyor aslında. Bazı acıların tarifi yoktur. Atsız 23 Kasım 1970 gününün o korkunç ve soğuk yüzünü iliklerine kadar hisseden biri olsa da, makale yazacak gücü kendinde bulma sebebi, o gençlerle tanışmamış olmasıdır diye düşünüyorum. Galip Erdem Süleyman Özmen'i de, Dursun Önkuzu'yu da tanıyormuş. Yazı yazan, sohbet eden, gülen, hüzünlenen hallerini bildiği bu gençlerin şehit olmaları onu derinden sarsmış. Hele Önkuzu... Camiada herkes için deprem etkisi yaratmış ve kimse aylarca kendine gelememiş. Atsız'ın bu konuda dirayetli olması ve etrafındakilerin acılarını soğukkanlılıkla dindirmeye çalışması gerçekten insanüstü bir çaba. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, Galip Erdem'in hayata kaldığı yerden devam edebilme gücü de insanüstü. Aklını kaçırmamak için aklını çıkarıp atmak denir buna.

                    Galip ağabey gerçekten ilginç adam. Rizeli olması hasebiyle hamsi konservesiyle güç toplayan bir süper kahraman gibi. Osman Oktay onun evine gittiğinde, uyanır uyanmaz (ki uyanması çok zordur, gece boyu makale yazıp düşündüğü için öğleden sona kalkar ve uyandırmak isteyenlere "Defoooolll!" diye bağırırmış) ilk istediği şey: hamsi konservesi ve kola. Zaten sürekli sigara içen ve midesiyle böbreğinden rahatsızlığı olan biri. Atsız'ın defalarca uyarmasına rağmen "Tamam hocam, haklısınız" deyip yine tiryakisi olduğu sigaradan vazgeç(e)memesinin yanında, bir de kolayı eklemiş. Atsız 80'lerde talebesinin kola hastalığına şahit olsa köpürürdü muhakkak. Galip Erdem hakkındaki anıları ve onu tanıyanların anlattığı olayları okudukça erken yaşlanmasına, sağlık sorunlarına ve düzensiz hayatına şaşırmıyorum ama çok üzülüyorum. Çok daha iyi ve mutlu bir hayatı hak ediyordu büyüklerimiz.

              Galip Ağabey nevi şahsına münhasır bir adam.  Evliliği de kendisi kadar ilginçtir. Evdeşi Meral Hanım ile -muhtemelen görücü usulü- evlenecek olması başta Türk Ocakları mensupları olmak üzere Türkçü camiayı mutlu etmiş. Öyle ya, Nejdet Sançar'ın sık sık takıldığı, hayatının düzensizliği hakkında espriler yapıp durduğu bu çılgın adamın hayatı artık düzene girecekti. Ya da hepsi öyle sanıyordu. Tamam, en azından Türk Ocakları'nda kanepede sabahlamayıp evinde uyuyacak, ütüsü ve yemeği yapılacak, şirin mi şirin bir aile babası olacaktı. Sonuncusu gerçek olacaktı elbet. Fakat Galip ağabey tabii ki bildiğini okuyacaktı! Nikah günü gelip çattığında, Türkçü camianın içindeki üniversite öğrencileri, önde gelen akademisyenler ve aydınlar iki dirhem bir çekirdek giyinip nikah salonunda yerlerini almışlar. Ancak Galip ağabey o gece yine yazı yazdığı için hala uyumakta imiş. Neyse ki hazırlanmış vaziyette bekleyen gelin hanımı aceleyle alıp kendi nikahına güç bela yetişebilmiş. Nikah kıyılıp, nikah memuru klasik konuşmasını yaparken birden gençler paldır küldür Galip ağabeyin üstüne çullanıvermişler. Davetliler şok olmuşlar, gelin hanım korkmuş. Meğer Galip ağabey nikah kıyılır kıyılmaz elini ilk öpen gence harçlık vereceğini vaadetmiş. Meral Hanım bu ilginç adamın karakterini ilk günler çözemese de, Galip ağabey çok açık ve net bir biçimde kendini tanıtmış: "Bak kızım, ben avukatım, yazarım. Başka işler de yaparım. Fakat asıl mesleğim vatan kurtarmaktır. Bunlardan sıra kalırsa sana da bakarım."  Aslında Türkçü olması hasebiyle aile mefhumuna çok önem veriyor olsa da, davasını her şeyin önünde tutması ancak bir dava kadınının katlanabileceği şeydir. Heyhat! Meral Hanım bu noktada eşinin dünyasına çok uzaktır. Evet o bir Türk kadınıdır fakat sadece mutlu bir yuva kurmak istemiştir. En doğal hakkıdır elbette. Ama Galip ağabey farklı bir evrenin içinde yaşayan, Türkçü bir derviştir. Dağınık, gece uyumayan gündüz uyanmayan, günübirlik yaşayan fakat Türkçülük noktasında Atsız ve Sançar ile birlikte tarihimize damga vuracak kadar yürekli, engin bilgi birikimine sahip ve delilik ile dahilik arasında gidip gelen eşi benzeri olmayan bir dava adamıdır. Meral-Galip Erdem çiftinin kızları Bilge, annesi ve babasının boşanmasıyla birlikte annesiyle İstanbul'a gitmiş ama babasının fikirlerini ve değerlerini benimsemiştir.

                 Bu hayatta en sevdiğim insanlardan biri olan Galip Erdem gibi biriyle, tam olarak onun gibi yaşayan ve davranan biriyle evlenmek isterdim. Birlikte çile çekecek dirayete sahip, nerede akşam orada sabah bir hayat sürülse de, zindandaki Türk milliyetçilerine, Türk milliyetçisi şehitlerimize ve o güzel insanların ailelerine kendinden vazgeçerek hizmet etmenin kutsallığına vakıf olmuş bir adam düşledim hep. O vefalı adam 1997'de gitti ve ben bir daha onun gibi birinin geleceğine inanmıyorum.  Galip Erdem gibi biriyle cebimdeki son kuruşu her şeyden ve herkesten çok sevdiğim ülkücü şehitlerin ailelerine harcayıp aç yaşamak, bir eli yağda bir eli balda fakat sıradan bir adamla yaşamaktan bin kat daha iyidir. Fakat artık onun gibi vefalı bir adamın olduğuna inanmıyorum.

              Günlerce Türk milliyetçilerinin derdine daldığından yemek yemeyi unuttuğu olurmuş. Biraz da benim gibi ağzının tadını bilen biri olduğu için sevmediği yemeği yemek yerine, aç kalmayı tercih edermiş. Defalarca evinde açlıktan bayılmış vaziyette bulunup, dostları (özellikle İbrahim Metin) tarafından karnı doyurulmak suretiyle ayıltılmış. Mamakzedeler (Mamak Cezaevi'nde yatan Türk milliyetçilerine öyle dermiş) için toplanan paralara günlerce aç kalıp da dokunmadığını, yanındaki gençlerin de açlıktan "Galip ağabey karnımızı doyuracak kadarını alalım da, üstünü tamamlarız" diye yalvarmalarına rağmen "Olmaz! O paranın yeri belli. Evlatlarıma ve ailelerine harcanacak!" demesini Osman Oktay anlatmıştı. Açlıkla sınanan altın neslin Galip ağabeyi, apolitik davranıp etliye sütlüye karışmadan avukatlık yaparak para kazanmak yerine çileyi tercih etmiştir.

              O hastanede son nefesini vermeden önce 45 kilo imiş. Doktor Haluk Bey, o uçmağa vardığında yanına gelip: "Galip ağabey, o küçücük vücuda koskoca Galip Erdem'i nasıl sığdırdın?" diyerek hıçkırıklara boğulmuş. İnsanın beynine demirden yumruk gibi inen bir söz. Davası için her şeyi, dünya nimetini bir kenara itip çileyle dost olmuş olan bu büyük insanı tarif etmeye yetecek söz bulmaktan acizim.

                Şeyhim Galip Erdem... Siyasetin kirli yüzünden uzak kalarak makam ve ikbal peşinde koşmadan, hiçbir tarikat ve cemaatten medet ummadan, salt dini inancıyla ve Türkçülük fikriyle yaşadığı halde onu canından çok seven binlerce mürit bıraktı arkasında. Onlardan biri olabilirsem ne mutlu!                         


       

14 Haziran 2016 Salı

Musa'nın Bozkurtu: Albert Aqarunov

                               

           Başlık ilginç geldi biliyorum. Albert'i başka türlü tasvir edemezdim. Albert Aqarunov; Yahudi kökenli bir ailenin çocuğu olarak 25 Nisan 1969 tarihinde Bakü'nün Emircan kasabasında dünyaya gelmiş. Surahanı kasabasında 154 Numaralı Ortaokulu bitirdikten sonra Sanat Okulu'nun otomotiv bölümünü okumuş ve daha sonra konservatuarda müzik eğitimi almış. Ayrıca çok iyi trompet çalarmış. 1987'de Sovyet Gürcistanı'nda askerlik yapmış, 1989'da terhis olmuş ve 1991'de Karabağ Savaşı patlak verdiğinde, Albert bir vatandaş olarak cepheye koşmuş. Azerbaycan ordusuna gönüllü olarak başvurup, Karabağ'da savaşmak istediğini bildirmesinden sonra, derhal Şuşa'da Türk komutan Elçin Memmedov'un önderlik ettiği 777. Alay'da vatani görevine başlamış.

                    Albert'in bu kahramanca tutumu, bir Yahudi olarak Azerbaycan için canını ortaya koyarak savaşmak istemesi, mayasında var olan vefa duygusundan ve vatan sevgisinden kaynaklanmıştır. Azerbaycan, Gökoğuz ve Kazak Türkü askerler ile Türkiye'den gelen Rüzgar Birliği'ndeki Türk askerleri kadar cesurca savaşması nedeniyle Türk silah arkadaşlarının sevgisini kazanmıştır. Şuşa'ya ilk giren ermeni tankını, Gagik Avşaryan yönetirken, Albert Aqarunov'un 533 numaralı tankıyla vurulur ve Şuşa'ya Ermeni bayrağı asmak üzere girmeye çalışan Gagik ile, silah arkadaşları Aşot Avanesyan ve Şahen Sarkisyan, Albert Aqarunov tarafından kızıl tamuya gönderilmişlerdir. Ermenilerin üç önemli subayının ölmesi, Ermeniler ve Ruslar üzerinde soğuk duş etkisi yaratmıştır. Tam sözde bayraklarını asacakken Albert'in hamlesiyle emellerine ulaşamadıkları için ve Albert'in birbirine yakın iki tankı tek atışta vurabilmesi nedeniyle ermenilerin korkudan titremelerine neden olmuş ve Albert'in başına 5 milyon ruble para ödülü koymuşlardır.

Albert Aqarunov, adını taşıyan ALBERT tankının önünde poz verirken. 1992

                      Türkler kadar kahramanca, düşmana zerre kadar acımadan ve Türk silah arkadaşlarına ve komutanlarına bağlılıkla savaşması, O'nun güzel bir istisna olmasını sağlamıştır. O bizdir, bizden biridir. Albert Aqarunov.'un, cephede Türk komutanlarının emirlerini harfiyen uygulaması nedeniyle rütbesinin yükseltilmesi kararı alınmış ve birkaç tankın idaresi ona verilmiştir. Bizdeki şekliyle yüzbaşı olmuştur. Şuşa'da Ermenilerin 9 tane ağır zırhlı tankını imha etmiş ve çok sayıda Ermeni'yi öldürmüştür. Hankendi ve Cemilli'ye de gitmiş, orada da emrindeki Türk askerleriyle birlikte Ruslar ve Ermenilere ağır darbe vurmuştur.

                     Azerbaycan Türkü gazeteci Mirşahin'e verdiği röportajda "Mən bu torpaqda yaşayıram. Müharibənin axırına kimi burdayam!" demiş ve savaşın sonuna kadar cepheden ayrılmayacağını, kendisiyle röportaj yapan Fransız gazetecinin "Sen Yahudisin, Türklerin savaşıyla ne ilgin var?" demesi üzerine "Yəhudi olmaq Azərbaycanlı olmağa əngəl deyil. Mən Azərbaycan oğluyam. Burda vətəndaş kimi savaşıram." demiştir.

                   
Albert Aqarunov, Azerbaycanlı gazeteciye röportaj verirken.

                      Aylarca süren savaşta, Albert'i şehit edip başını kesmek için fırsat kollayan düşmanlar, tankın içinden çıktığı her anda onu takip etmiş fakat bir türlü istedikleri olmamıştır. 8 Mayıs 1992 tarihinde Azerbaycanlı Türk komutan Hacı Azimov, Albert'in nihayet şehit olan Türk askerlerinin naaşlarını almak için tanktan çıktığı bir esnada Ermeniler tarafından boğazından snayper ile vurulduğuna şahit olmuştur. Derhal bedeni Türk silah arkadaşları tarafından cephe gerisine taşınmış, böylelikle başının kesilmesine izin vermemişlerdir.

                     Naaşı Bakü'ye götürüldüğünde, cenaze töreninde Yahudi inancına göre hem haham dua ettirmiş, hem de Müslüman Türkler imam getirerek Kuran okutmuşlardır. Haham ve imamın şehidimiz için gözyaşlarıyla dua etmesi, halkı duygulandırmış ve birlik beraberlik inancını yükseltmiştir. Albert Aqarunov'a 7 Haziran 1992'de "AZERBAYCAN MİLLİ KAHRAMANI" ünvanı verilmiş ve adı Bakü'deki bir liseye verilmiştir. Azerbaycan Dağ Yahudileri İcması Başkanı Milix Yevdayev; "Albert her zaman Azerbaycan'ın tam bağımsız ve güçlü bir devlet olmasını, topraklarımızın Ermeni ve Rus işgalinden kurtarılmasını düşlemiş bir insandır. Albert Azerbaycanlıdır, Kendini bütün benliğiyle Azerbaycan'a adamıştır." şeklinde açıklama yapmış ve Dede Korkut Fonu tarafından, Albert Aqarunov'un kardeşi Ratik Aqarunov'a ödül verilmiştir.

                     Milli kahramanımız Albert Aqarunov'a en içten dualarımı gönderiyor,  Tanrı Dağı'na yükselen aziz ruhu önünde minnetle ve şükranla eğiliyorum.

Albert Aqarunov'un memleketi Bakü'de bulunan Şehitlikteki mezarı

25 Mayıs 2016 Çarşamba

Acılara Gülümseyebilen İnsanlar: Meyxana Sanatkarları

             Meyxana... 20. yüzyılın başında Sovyet işgaliyle birlikte zindana atılan Bakülülerin zindanda ürettikleri ve halka yayılan nadide sanat. Geçmişi acılarla dolu. Stalin döneminde sokak aralarında gençlerin Sovyet polisinden köşe bucak saklanarak icra ettikleri, radyo ve sonrasında televizyonlarda yayınlanması yasak olan bir kimlik savaşımı aslında. 1969 yılında "Stalin yoldaş" güzellemesi yapılan Azerbaycan filmi "Bizim Cəbiş Müəllim"de yer alan meyxana sahnesi hayret vericidir. Çünkü o dönemde meyxana kesinlikle yasaktır. Söyleyenler sürgün veya hapsedilmekte, yahut bir şekilde ortadan kaybedilmektedirler. Filmdeki şiddetli Sovyet propagandasının içine yerleştirildiği için ses etmemişler olsa gerek. Ne de olsa filmdeki meyxanacı gençlerin tamamı "komünist" ve "Stalinperest" idi. Bizimkiler akıllılık edip yasağı delmenin yolunu bulmuşlar. Ama başka bir filmde daha göremeyiz. Mazallah milli ruhu uyandırabilirdi! Stalin tarafından yaratıldığı dikte edilerek okullarda beyni yıkanan Türk çocuklarının durumunu izlemeye yüreğim ve sinirlerim dayanmadığı için, baygınlık geçirmeden kapatmıştım. Arşivimde duruyor ama hala tam izleyemedim.

          Akla hayale gelmedik eziyetlerden sonra bir de 20 Ocak 1990 Bakü soykırımı, yani "Qanlı Yanvar" vahşeti bütün Bakülüleri ve Azerbaycan'ın her şehrinden soydaşımızı mahvetmişti. Bu ahval ve şeraitte meyxana sanatkarları halkın acılarını anlatmaya devam ettiler. Məşədibaba, Elçin, Kərim, Ağasəlim gibi üstadlar, yığıncaklarda bu vahşeti anlatıyorlar ve halkın moralini yüksek tutmak için deyişmelerde kahramanlığın yanı sıra eğlenceli konulara da değiniyorlardı. Kan kusup, kızılcık şerbeti içtiklerini söylüyorlardı. Vahşi Stalin'in susturamadığı meyxanacıları kıçı kırık Gorbaçov mu susturabilecekti? Kimisinin komşusu, kimisinin akrabası, kimisinin aile dostu Yanvar soykırımında şehit edilmiş, fakat ne olursa olsun susmamışlardı. Düşmanı yiğitlikle ve dudaklarından eksik etmedikleri tebessümle alt edebileceklerine inanmışlardı. Nitekim 20 Ocak ile alevlenen isyan tüm Azerbaycan'ı sarmış ve 18 Ekim 1991'de Moskof zincirini kıran Azerbaycan, resmen bağımsız olmuştu.

           Meyxanacıların işi artık daha kolaydı. Özgür bir devlette çekinmeden, tutuklanma endişesi yaşamadan istedikleri konuda deyişmeye devam edeceklerdi. Ama Azerbaycan'ın şansı yaver gitmiyordu. Ahalisinin tamamı Türk olan Hocalı'yı korkunç günler bekliyordu. Sadece Hocalı mı? Kelbecer, Şuşa, Ağdam, Laçın, Zengilan, Fuzuli... Bütün Karabağ'da Ermeni ve Rus zulmü başlıyordu. Karabağ'ın diğer şehirlerle bağlantısı kesilmiş, halk çaresizce bekliyordu. Meyxana sanatkarları yine milli ruhu uyandırmada,  halka moral vermede ön saftaydılar. Titanik batarken panik içinde koşturan insanlara moral vermek için durmadan çalan kemancılar gibi... Şu an ah vah edip ağlayabiliyoruz belki. Ama o şartlarda o insanların ağlama ve depresyona girip kendilerini eve hapsetme lüksleri yoktu. İnsan acıyı sıcağıyla tam hissetmiyor. Her şey bittikten sonra o keskin acı başlıyor. Karabağlı meyxanacılar gibi, Gafanlı (Günümüzde sözde ermenistan sınırı içindeki Türk şehri, Revan Hanlığı arazisindedir) meyxanacılar gibi. Onlar hala işgal altında bulunan vatan topraklarının derdiyle boğuşuyorlar. Her gün gülmek, birilerini güldürmek çok zor iş. Ama soykırımın izlerini taşıyan yaralı Azerbaycan halkını güldürebilmek, onlara topraklarımıza tekrar kavuşacağımız umudunu aşılamak, seferberlik çağrısında bulunmak, Azerbaycan ordusunu ve askeri geleneği övmek, düşmandan intikam almanın gerekliliğini vurgulamak, vatanseverliği ve milliyetçiliği diri tutmak gibi ulvi görevleri var onların. Karabağ cephesinde Azerbaycan askerleri ermeni mevzilerini topa tutarken neşeyle meyxana söylüyorlarsa; gülerek Reşad Dağlı, Elşen Xezer, Perviz Bülbüle, Vüqar Yasamal, Aydın Xırdalanlı, Vüqar Bileceri, Cahangeşt Balaxanı gibi sanatkarların dizelerini tekrarlıyorlarsa bu adamlar başarmış demektir.

           Milletimizin morale ihtiyacı var. Evde çocuğuna bakan Türk kadınının, makinaların başında çalışan Türk işçisinin, cephede veya sınırda vatanı koruyan Mehmetçiğin, ilim tahsil etmek için koşturan öğrencinin, devlete hizmet eden memurların... Hepimizin biraz olsun gülümsemeye, dertlerden sıyrılmaya ihtiyacı var. Bu nedenle yüzümüzü güldüren bu şirinlik abidesi adamlara çok şey borçluyuz. Toplumun aksak yanlarını eleştirirken, diğer yandan milletimizin tarihi ve üstün karakterini de övmekten geri durmayan yapıcı insanlar olmaları onların değerini arttırıyor. Kendi milletinden utanıp, kendi ülkesini aşağılayan ve utanmadan o ülkenin ekmeğini yiyen sanatçı müsveddeleri, meyxana sanatkarlarının tırnağı bile olamazlar.

           Acıların ortasında dimdik duran, ajitasyon yapmayan, Türk gururuna sahip bu değerli insanların bir gün Karabağ'da ve Batı Azerbaycan'da kırk gün kırk gece şölen verildiğinde hayatlarının en coşkulu deyişmelerini icra etmelerini canı gönülden diliyorum. Revan'da dünya tatlısı Elşen Xezer'in o sevimli hareketleri ve mimikleriyle şov yaptığını, o güzel sesinin çınladığını görebilir miyiz bilmem ama, görürsem ya çıldırırım ya da ölürüm herhalde. Tanrı o günlere ulaşmayı nasip etsin. Er geç topraklarımızı geri alacağız zaten ama umarım bizler görebiliriz.

          Sizleri "Veten" meyxanasıyla başbaşa bırakıyor ve huzurlarınızdan ayrılıyorum...

       
       

16 Şubat 2016 Salı

Muhacir Türklerin Psikolojisi

                   Seferberlik türküleri vardır, ırkımızın çektiği zorlukları anlatan. Her şeye rağmen mağrur bir duruş vardır; sızlanma, ajitasyon, eziklik olmaz. Kendi ailemden yola çıkarak o ruh halini şöyle anlatayım: yok sayma, baskılama, inkar etme vardır daha çok. "Biz bunları yaşamadık ki, o işkenceler bize yapılmadı, o biz değildik." düşüncesi. Sağlıklı bir ruh hali için elzem elbette. Yaşadığımız şehrin bir parçası oluşumuz, geçmişe sünger çekme isteğimiz biraz da bundan sanırım. Bahsi mümkün olduğunca az geçer. Buna isyan eden ailenin en sivrisi benim. Her fırsatta hatırlatıyorum.

                  Malını, mülkünü, toprağını sırasıyla Borçalı, Revan ve Kars'a bırakmış insanların sığınmak zorunda kaldıkları son yer burası. Savaş gazisi olup, Rusların yaptıkları işkencelerden sonra aklını kaçırmış Terekeme milisi Yakup Bey, ellerinden kaçar kaçmaz arkadaşıyla Sarıkamış'a döner ve darmadağın olmuş ailenin son göçü başlar...  Anne tarafımınki daha büyük bir dram. Boraltan'da son Revanlı akrabalarımızı Ruslar kurşuna dizdikten sonra, Erzurum doğumlu annem bu acıyla, kinle doğup büyümüş. Babam ise; "Biz artık buralıyız. Şükürler olsun ki Türkiyemiz var. Yeni bir hayat kurduk kendimize. Bize yapılanları asla unutmayıp, içimizde saklı tutacağız. Hesabını soracağımız günler de gelecek. Ama şimdilik hayat devam ediyor. Diri diri mezara girmenin anlamı yok." diyor. İkisi de kendince haklı. Ama sanırım ben anneme daha yakınım bu konuda.

                 Babam daha sakin ve metin... İçinde fırtınalar kopmuyor değil. Ama o baskıladığı bu ruh halini, farklı şekillerde açığa vuruyor. Mesela; eve bir kilo pirinç, beş kilo un alması gerekiyorsa on kilo, yirmi kilo alıyor. Evde üç kişiyiz. Misafire ikram edilen de o kadar tutmaz. Çok almasının bir sebebi yok. Ama ev erzakla dolu. Dedesi, bu şehirde yokluk çektiği için, savaş sırasında da göçerken aç kaldıkları için bu zihnine yerleşmiş. Bir sürü ekmek alıyor, buzdolabına et depoluyor. Eli aza gitmiyor. Bunun genetik olarak aktarıldığını düşünüyorum bazen. Mesela av tüfeği var babamın, bu bana tuhaf bir şekilde güven veriyor. Güven duygusuna ihtiyacımız var. Aç, güçsüz ve silahsız kalma endişesi yaşıyoruz, çünkü bu nedenle göçtük.

                  Ülkemizin en ufak başarısı bizim için sevinçten ağlama sebebi olabiliyor. Ordumuzun ve devletimizin daima güçlü olmasını mutlaka her Türk evladı istiyor, ama bu durum muhacir Türklerde çok daha ciddi boyutta. Gündemden örnek vermek gerekirse, Rusya'nın Türkiye'ye kafa tutmasından korkan yığınla insan varken, biz bunu müstehzi bir biçimde ele alıyoruz. Çünkü çok çektik ama son kalemiz için mücadele ettik. Ordumuzun gücü de ortada. "Ay ya savaşa girersek ne olur? Strarbucks'ta kahve keyfi de yapamayıııız!" diyen muhallebi çocuklarının tırsmasına anlam veremiyor olmamız bundan. Savaş Türk için düğündür. Babam bu sebeple: "Kızım, cepheye gitmek gerektiğinde anasının eteğinin altına saklanacak olanlar belli. Ben de, annen de, sen de vatan için ölmeye gitmek gerektiğinde durmayacağız. Durursak kanını taşıdığımız insanlara ahirette savaştan kaçma alçaklığının hesabını veremeyiz." diyor. Yerden göğe kadar haklı.

1 Aralık 1918 yılında Karapapak ve Ahıska Türklerinin kurduğu
GÜNEYBATI KAFKAS  TÜRK CUMHURİYETİ
bayrağı. 

                Yaşadığı şehirde sığıntı muamelesi gören, onuru hiçe sayılan muhacir Türkler yalnızca Kafkas göçmenlerinden ibaret değil. Çağan Irmak, Dedemin İnsanları adlı filminde Giritli Türklerin dertlerini ele almış. Ege'ye mübadele sırasında göçen Giritli Türk ailenin, göçtükleri yerde "Yunan tohumu!" diye aşağılanmaları, mübadil ailenin çocuğunun her fırsatta İstiklal Marşı okuyarak, sünnet olduğunu söyleyerek, "Türküz biz, Türk!" diye isyan ederek kendini savunmaya çalışması ne acıdır. Aslen Revanlı olduğunu çoğu kişiden gizleyen annemi, o filmi izledikten sonra anladım. İncinmemek için susmayı tercih etmek gerekiyor bazen.

               Şimdilik gündemde olan Türk yurtları Doğu Türkistan, Türkmeneli, Karabağ, Kırım. Elbette gündemde kalmalı. Fakat ya Girit? Üsküp? Gümülcine? Kırcaali? Selanik? Batum? Priştine? Revan? Gökçe? Borçalı? Ahıska? Gönül ister ki her Türk'ün derdine yanacak birileri olsun. Çoğumuz şanssızız, ama bazılarımız daha şanssızız. Hazır Batı Trakya'ya değinmişken, büyük lider Dr. Sadık Ahmet'i de rahmetle ve şükranla analım. Tini şad olsun. Batı Trakya, Makedonya ve Kosova Türkleri yetim kalmamalı.    

31 Ağustos 1913'te kurulan ilk Türk cumhuriyeti,
BATI TRAKYA TÜRK CUMHURİYETİ bayrağı.

             "Ne qədər çox acı var, boğuluram!" diyen Hocalılı bir kadını anımsadım. Boğula boğula boğmayı öğreneceksin aziz milletim. Hak aramak merhametle olmuyor. Defalarca yufka yüreğimizden çetin yollar aşamadığımızı gördük. Bedeli çok ağır oldu. Ama hiçbir şey için geç değil.

             Muhacir psikolojisini çok iyi yansıttığını düşündüğüm Rıdvan CANIM'ın "Rumeli Ağıtı" adlı o güzel şiiriyle yazıma son verirken, etrafınıza iyi bakmanızı ve yerinden yurdundan olmuş Türklerle empati kurmanızı öneriyorum.


                         Bir Rumeli Türküsü kanat çırptı gümüş vazolarda,
                         Sımsıcak bir dua yıkıldı ellerime...
                         Burma bıyıklı ağıtlar dizginledi zamanı
                         Kana batmış toynaklarda yeşil bir gül dillendi,
                         Sessizlik keklikleri makaslarken gökleri
                         Bir ezan yağmuruyla ta can evimden yandım;
                         Ve yumdum gözlerimi İstanbul'da
                         Üsküp'te Kalkandelen'de uyandım.
           

21 Ocak 2016 Perşembe

Can Vardır Candan Öte - 1

            Bazı insanlar vardır, arada kan bağı olmamasına rağmen, akrabadan ve hatta kardeşten ötedirler. İhtiyacınız olduğunda her türlü fedakarlığı yapmaktan çekinmezler; sevgileri çıkarsız ve tertemizdir.

             Beni annem ve babamdan sonra en çok seven ve düşünen insanlar onlar: ağabeylerim... Onlardan bahsedeceğim.

             Orta 1'e geçtiğim yaz tatilinin başıydı. Sevgili babacığım, takdir aldığım için elimden tutup, beni derhal Vilayet Kitabevi'ne götürmüştü ve birlikte Atsız'ın İrfan Yayınevi'nden çıkan Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor ve Ruh Adam'ını almıştık. Daha önce de annem Deli Kurt'u almıştı. O günü hayatım boyunca unutmayacağım. Bir elimde karnem, diğer elimde Atsız'ın şaheserlerinin olduğu poşetle zıplayıp şarkı söyleyerek eve gitmiştim. İçimdeki o tatlı heyecan ve mutluluğu anlatamam. Çocukluk aşkım Mustafa Yıldızdoğan'ın "Biz Bu Hallere Düşecek Adam mıydık" adlı albümünü ve posterini de annemle alınca kanatlanmıştım. Fakat hayatımdaki en önemli kırılma noktasının o yaza tekabül edeceğini ve hayatımı etkileyen muhteşem insanlarla tanışacağımı henüz bilmiyordum.

             Uzun zamandır arayıp bulamadığımız, Mustafa Yıldızdoğan'ın bir televizyon programında bahsettiği, Emine Işınsu'nun Sancı adlı romanını okuldan kaçıp arama serüvenim derslerimi etkilemediği için ödüllendirildim. Karnemi aldıktan hemen sonra Sancı romanı için ülkü ocağına annemle birlikte gittik ve her şey o gün başladı. Dünyanın en iyi niyetli ve sevecen insanlarıyla da o gün tanıştım.

                Ocağa gittiğimizde bizi ilk sarışın yeşil gözlü bir abi karşıladı. Adının "Yakup" olduğunu söyledikten sonra bizi büyük bir saygıyla içeri buyur etti. Kendine özgü komik ve sevimli gülümsemesiyle (hakikaten "gülmek üzereyken herkesi güldüren Yakup gülümsemesi" diye bir şey vardır ki, evlere şenlik) o meşhur "ocak çayı"ndan getirmelerini söyledi. 11 yaşında olduğumu, Türk milliyetçisi olduğumu mağrur bir tavırla anlattım. O güne kadar öğrendiklerimi ve düşüncelerimi aktardım. Yakup ağabeyim şefkatle ve gururla beni dinledi. Dursun Önkuzu'yu çok sevdiğimi ve Sancı'yı bu yüzden aradığımı  da söyleyince duygulandı ve içeriye seslendi:

               -Çağrı! Çağrııııı! Bir dakika gelir misin buraya? Bir işimiz var seninle.
               -Geldim. Ne oldu? (Annemle beni utangaç bir gülümsemeyle selamladı.)
               -Bu küçük kardeşimiz Sancı'yı arıyormuş. (Annemi göstererek) Hanımefendi de bu davaya gönül vermiş bir ablamız. Sen Volkan abinin dükkanına git, bu kitabı sor. Bulamazsan da "Destanlaşan Ülkücü Hareket" belgeselini bir şekilde bul, gel. (İçeriye seslendi) Sefer! Ali! Gardaş kısın müziği, coşuyoruz burada.
               -Tamam hallederim. He ya, sabahtan beri Genç Osman'ı açıyorlar kanımız kaynıyor reis! Yıldız Sahaf'a da bakarım Volkan abide yoksa.
               -Tamam. (Bize dönerek) Oğuz Başkan burada olsaydı ona sorardık ama memur kendisi. Bu saatte çalışıyor. Ama merak etmeyin, buluruz elbet.

              Çağrı adlı, fiske vursan kan damlar cinsinden al yanaklı, tombiş ve sevimli genç ok gibi fırladı. Neredeyse bütün şehri didik didik edecek, fakat Türkçü gençlerin büyüğü, süper kahramanı "Volkan abi" bile bulamayacaktı.  (Daha sonra Vilayet Kitabevi, babamın hatrına getirtecekti.) Ama olsundu. "Küçük kardeş", iki tane dünya tatlısı ağabey kazanmıştı şimdiden.

                Adını o gün boyunca çok duyduğum "Volkan abi" nasıl biriydi acaba? Yakup ve Çağrı'nın tayfasından Hamza ile de o gün tanıştım. Annem, bir müddet sonra "oğullarım" diye söz edeceği bu gençleri çok içten bulmuştu. Aynı gün tanıdığım Ali ve Çağrı'nın ağabeyi Burak da kahramanlarım olacaklardı.

               Koridordaki duvarda asılı Ruhi Kılıçkıran, Süleyman Özmen, Yusuf İmamoğlu gibi büyüklerimizin fotoğrafları, bizlere bakıyordu. Samimiyeti, davaya bağlılığı, Türk milliyetçiliği için çekilen çilenin aslında lütuf olduğunu o gün o ortamda idrak ettim. Daha önce hiç görmediğim bu gençler, annemi anneleri, beni de kardeşleri bilerek seferber olmuşlar, sonrasında hiç kopmayacak güçlü bir bağın temellerini atmışlardı.

               Osman Öztunç'un "Birader" şarkısı, bu ebedi kardeşliğin bağlılık yemini gibi çalmaya başlayınca, herkes sözleşmişçesine birbirine bakıp, gülümsedi. Birbirlerini önceden tanıyan bu delikanlıların arasına küçük bir kız kardeş katılmış oluyordu.