19 Ağustos 2016 Cuma

Şeyhim Galip Erdem

                     

                             

                           "Ne ses, ne kanat, ne mektup, ne kağıt,
                            Benden sana dilek, senden bana ağıt.
                            ...
                            Yazısı silinmiş, kağıdı sarı,
                            Mektubumu geri getirdi dünya postaları...
                            Yollar, yollar, kuş uçmaz yollar...
                            Denizler aşırı, dağlar aşırı...
                            Sana ellerimden alkış, içimden dilekler,
                            Bahçemde yollarına çiçekler...
                            Ve bir gün dönersem yanına
                            Dudaklarımdan alnına bir ağabey armağanı..." (Arif Nihat ASYA)

                   Ülkemiz için endişelendiğimiz, kötü günler geçirdiğimiz şu dönemde buruk ve yaşamadığım o günlere özlem duyarak bu satırları yazıyorum.

                   Önümde Emine Işınsu'nun Galip Erdem'e hayranlıkla baktığı, Galip Erdem'in de babacan gülümsemesiyle karşılık verdiği bir fotoğraf var. Bakışlarla sarılmanın ne demek olduğunu iyi bilirim. Her anlamda kısır, çorak, tükenmiş bir dönemde yaşarken; o altın neslin insanlarının arasındaki o bağı kurabildiğim ağabeylerim benim için herkesten önemli. Beni menfaatsiz seven ve menfaatsiz sevdiğim, beni yetiştiren o güzel insanlara minnet ve şükran duyuyorum.

                    Tanıyamadığım, özlediğim, kendisine benzetilmekten gurur duyduğum ve her konuda izinden gitmeye çalıştığım insandan bahsedeceğim; Galip Erdem'den.

                    Türk milliyetçilerinin çile değirmeninde öğütüldüğü yıllar... Orhan Şaik Gökyay, Arif Nihat Asya, Nevzat Kösoğlu, Sadi Somuncuoğlu, Dündar Taşer, Nejdet Sançar ve tabii ki Atsız gibi aydınların arasındaki bu isim, diğerleriyle fikir bazında aynı olsa da, kendine özgü kişiliği ve yer yer duygusal, yer yer muzip tavırlarıyla dikkat çekmiştir. Atsız ve Galip Erdem'i çok iyi tanıyan, sohbetlerinde bulunmak gibi emsalsiz bir şerefe erişmiş olan İbrahim Metin, "Şeyh" ünvanı verdikleri Galip Erdem'in, kanepede otururken Atsız'ı gülme krizine sokan oturma şeklinden tutun da, en zor zamanlarda en pratik kararları vermesine kadar birçok ilginç özelliğini anlatmıştır. Bacaklarını birbirine dolayarak oturması ve çoğu huyunun benimle aynı olması (elmayı hiç sevmeyip armut hastası olması gibi) gibi çoğu detay bana tuhaf bir gurur vermektedir.

                     Az önce çileli yıllar dedim. "Ülkücünün Çilesi" adlı eserinde, kaybettiği evlatlarından biri olan Süleyman Özmen'i anlattığı makalesi ile aynı dönemde Atsız'ın yazdığı "Mustafa İsmet ve Kızıllar" makalesini arka arkaya okuduğumda Galip Erdem'in acı ve kinle yazığı, Atsız'ın ise öfke ve kinle yazdığını gördüm. Galip ağabey naif bir insanmış. Naiflik onu yormuş, yaşından evvel yaşlandırmış, koşturmacanın içinde yıpratmış. Atsız ile dertleşmek, Nejdet Sançar'a ve diğer büyüklerimize içini dökmek onu kısa süreli rahatlatsa da, onlardan tavsiyeler alsa da, kendiyle baş başa kaldığında dert onu yiyip bitirmiş. Süleyman Özmen için yazdığı makaleden sonra Dursun Önkuzu için pek fazla cümle kurmaması, onun ruh halini anlatıyor aslında. Bazı acıların tarifi yoktur. Atsız 23 Kasım 1970 gününün o korkunç ve soğuk yüzünü iliklerine kadar hisseden biri olsa da, makale yazacak gücü kendinde bulma sebebi, o gençlerle tanışmamış olmasıdır diye düşünüyorum. Galip Erdem Süleyman Özmen'i de, Dursun Önkuzu'yu da tanıyormuş. Yazı yazan, sohbet eden, gülen, hüzünlenen hallerini bildiği bu gençlerin şehit olmaları onu derinden sarsmış. Hele Önkuzu... Camiada herkes için deprem etkisi yaratmış ve kimse aylarca kendine gelememiş. Atsız'ın bu konuda dirayetli olması ve etrafındakilerin acılarını soğukkanlılıkla dindirmeye çalışması gerçekten insanüstü bir çaba. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, Galip Erdem'in hayata kaldığı yerden devam edebilme gücü de insanüstü. Aklını kaçırmamak için aklını çıkarıp atmak denir buna.

                    Galip ağabey gerçekten ilginç adam. Rizeli olması hasebiyle hamsi konservesiyle güç toplayan bir süper kahraman gibi. Osman Oktay onun evine gittiğinde, uyanır uyanmaz (ki uyanması çok zordur, gece boyu makale yazıp düşündüğü için öğleden sona kalkar ve uyandırmak isteyenlere "Defoooolll!" diye bağırırmış) ilk istediği şey: hamsi konservesi ve kola. Zaten sürekli sigara içen ve midesiyle böbreğinden rahatsızlığı olan biri. Atsız'ın defalarca uyarmasına rağmen "Tamam hocam, haklısınız" deyip yine tiryakisi olduğu sigaradan vazgeç(e)memesinin yanında, bir de kolayı eklemiş. Atsız 80'lerde talebesinin kola hastalığına şahit olsa köpürürdü muhakkak. Galip Erdem hakkındaki anıları ve onu tanıyanların anlattığı olayları okudukça erken yaşlanmasına, sağlık sorunlarına ve düzensiz hayatına şaşırmıyorum ama çok üzülüyorum. Çok daha iyi ve mutlu bir hayatı hak ediyordu büyüklerimiz.

              Galip Ağabey nevi şahsına münhasır bir adam.  Evliliği de kendisi kadar ilginçtir. Evdeşi Meral Hanım ile -muhtemelen görücü usulü- evlenecek olması başta Türk Ocakları mensupları olmak üzere Türkçü camiayı mutlu etmiş. Öyle ya, Nejdet Sançar'ın sık sık takıldığı, hayatının düzensizliği hakkında espriler yapıp durduğu bu çılgın adamın hayatı artık düzene girecekti. Ya da hepsi öyle sanıyordu. Tamam, en azından Türk Ocakları'nda kanepede sabahlamayıp evinde uyuyacak, ütüsü ve yemeği yapılacak, şirin mi şirin bir aile babası olacaktı. Sonuncusu gerçek olacaktı elbet. Fakat Galip ağabey tabii ki bildiğini okuyacaktı! Nikah günü gelip çattığında, Türkçü camianın içindeki üniversite öğrencileri, önde gelen akademisyenler ve aydınlar iki dirhem bir çekirdek giyinip nikah salonunda yerlerini almışlar. Ancak Galip ağabey o gece yine yazı yazdığı için hala uyumakta imiş. Neyse ki hazırlanmış vaziyette bekleyen gelin hanımı aceleyle alıp kendi nikahına güç bela yetişebilmiş. Nikah kıyılıp, nikah memuru klasik konuşmasını yaparken birden gençler paldır küldür Galip ağabeyin üstüne çullanıvermişler. Davetliler şok olmuşlar, gelin hanım korkmuş. Meğer Galip ağabey nikah kıyılır kıyılmaz elini ilk öpen gence harçlık vereceğini vaadetmiş. Meral Hanım bu ilginç adamın karakterini ilk günler çözemese de, Galip ağabey çok açık ve net bir biçimde kendini tanıtmış: "Bak kızım, ben avukatım, yazarım. Başka işler de yaparım. Fakat asıl mesleğim vatan kurtarmaktır. Bunlardan sıra kalırsa sana da bakarım."  Aslında Türkçü olması hasebiyle aile mefhumuna çok önem veriyor olsa da, davasını her şeyin önünde tutması ancak bir dava kadınının katlanabileceği şeydir. Heyhat! Meral Hanım bu noktada eşinin dünyasına çok uzaktır. Evet o bir Türk kadınıdır fakat sadece mutlu bir yuva kurmak istemiştir. En doğal hakkıdır elbette. Ama Galip ağabey farklı bir evrenin içinde yaşayan, Türkçü bir derviştir. Dağınık, gece uyumayan gündüz uyanmayan, günübirlik yaşayan fakat Türkçülük noktasında Atsız ve Sançar ile birlikte tarihimize damga vuracak kadar yürekli, engin bilgi birikimine sahip ve delilik ile dahilik arasında gidip gelen eşi benzeri olmayan bir dava adamıdır. Meral-Galip Erdem çiftinin kızları Bilge, annesi ve babasının boşanmasıyla birlikte annesiyle İstanbul'a gitmiş ama babasının fikirlerini ve değerlerini benimsemiştir.

                 Bu hayatta en sevdiğim insanlardan biri olan Galip Erdem gibi biriyle, tam olarak onun gibi yaşayan ve davranan biriyle evlenmek isterdim. Birlikte çile çekecek dirayete sahip, nerede akşam orada sabah bir hayat sürülse de, zindandaki Türk milliyetçilerine, Türk milliyetçisi şehitlerimize ve o güzel insanların ailelerine kendinden vazgeçerek hizmet etmenin kutsallığına vakıf olmuş bir adam düşledim hep. O vefalı adam 1997'de gitti ve ben bir daha onun gibi birinin geleceğine inanmıyorum.  Galip Erdem gibi biriyle cebimdeki son kuruşu her şeyden ve herkesten çok sevdiğim ülkücü şehitlerin ailelerine harcayıp aç yaşamak, bir eli yağda bir eli balda fakat sıradan bir adamla yaşamaktan bin kat daha iyidir. Fakat artık onun gibi vefalı bir adamın olduğuna inanmıyorum.

              Günlerce Türk milliyetçilerinin derdine daldığından yemek yemeyi unuttuğu olurmuş. Biraz da benim gibi ağzının tadını bilen biri olduğu için sevmediği yemeği yemek yerine, aç kalmayı tercih edermiş. Defalarca evinde açlıktan bayılmış vaziyette bulunup, dostları (özellikle İbrahim Metin) tarafından karnı doyurulmak suretiyle ayıltılmış. Mamakzedeler (Mamak Cezaevi'nde yatan Türk milliyetçilerine öyle dermiş) için toplanan paralara günlerce aç kalıp da dokunmadığını, yanındaki gençlerin de açlıktan "Galip ağabey karnımızı doyuracak kadarını alalım da, üstünü tamamlarız" diye yalvarmalarına rağmen "Olmaz! O paranın yeri belli. Evlatlarıma ve ailelerine harcanacak!" demesini Osman Oktay anlatmıştı. Açlıkla sınanan altın neslin Galip ağabeyi, apolitik davranıp etliye sütlüye karışmadan avukatlık yaparak para kazanmak yerine çileyi tercih etmiştir.

              O hastanede son nefesini vermeden önce 45 kilo imiş. Doktor Haluk Bey, o uçmağa vardığında yanına gelip: "Galip ağabey, o küçücük vücuda koskoca Galip Erdem'i nasıl sığdırdın?" diyerek hıçkırıklara boğulmuş. İnsanın beynine demirden yumruk gibi inen bir söz. Davası için her şeyi, dünya nimetini bir kenara itip çileyle dost olmuş olan bu büyük insanı tarif etmeye yetecek söz bulmaktan acizim.

                Şeyhim Galip Erdem... Siyasetin kirli yüzünden uzak kalarak makam ve ikbal peşinde koşmadan, hiçbir tarikat ve cemaatten medet ummadan, salt dini inancıyla ve Türkçülük fikriyle yaşadığı halde onu canından çok seven binlerce mürit bıraktı arkasında. Onlardan biri olabilirsem ne mutlu!