27 Kasım 2017 Pazartesi

Bir Sancının Öyküsü

                  "Travmalar yaradır ve sen yaralısın." (Shutter Island filminden)

                  Hiç görmediğiniz birini deli gibi sevdiniz mi? Onu özlediniz mi? O mutlu olsun ve sizinle gurur duysun diye yaptığınız her şeyi yüreğinizde ona ithaf ettiniz mi? Hayır, bahsettiğim kişi hayali bir karakter değil. Ben bir şehitten, bir erenden söz ediyorum. O ve onunla aynı dava uğruna can vermiş beş bin kişi benim nefesim, her şeyim. O ülkü devlerinden biri ise artık sembol bir isim. Abideleşmiş bir insan: Ertuğrul Dursun Önkuzu.

                  Bazen rüyamda görüyorum onu. Gülümsüyor. Sarılıyorum ona, saçlarımı okşuyor. "Ağabey, seni çok seviyorum. Çok özlüyorum. Şuram yanıyor. Beni ancak sen anlarsın. Sen benim her şeyimsin..." diyorum. Gülümsemeye devam ediyor ama tek kelime etmiyor. Muzipçe ve biraz da utangaç bir tavırla gülümsüyor. "Yalvarırım konuş, bir şey söyle. Sesini duyayım bir kez, ne olur!" diyorum. Konuşmuyor, sarılıyor sadece. Başımı göğsüne gömüyorum. En azından doya doya bağrıma basayım diye öylece kalıyorum. Kareli, kanlı ceketini farkediyorum. Süleyman Özmen'i vurulduğunda sırtında taşırken sızan kan...  Sıçrayarak uyanıyorum. O üzülmesin diye hıçkırmadan, sessizce ağlıyorum.

                 Kaç kere adını sayıkladım bilmem. Ateşli hastalık geçirdiğim her zaman "Dursun ağabey" dediğimi söylüyor annem. Bir kez antibiyotikten zehirlenip ölümden döndüğümde hastanede yarı baygın yatarken doktora sürekli adını söyleyince, doktor aileme "Sürekli Dursun diyor, bir yakınınızsa çağırın gelsin" demiş. Ne acı. Bunun temelinde yatan bir şeyler var elbette. Birini can derdine düştüğün en zor anında hatırlamak kolay değil.

               Her şey 2000 yılında başladı. Ben 9 yaşındaydım. Mustafa Yıldızdoğan'ın Türkiyem albümünü walkmanimde dinliyordum. Kasetteki son şarkının adı Önkuzu idi. Bir anlam veremedim. Hiç unutmuyorum, mutfakta yemek yapmakta olan annemin yanına gittim ve ne olduysa o an oldu.

                   - Anne, Önkuzu ne demek?     
              Annemin rengi benzi bembeyaz oldu. Böyle bir soruyu hiç beklemiyordu.

                   - Sen kimden duydun Önkuzu'yu?
                   - Mustafa Yıldızdoğan'ın şarkısı var. Ne anlama geliyor?
                   - Ben sana ülkücülükten, Dokuz Işık'tan falan bahsetmiştim hani. Neden Türk milliyetçisi olduğumuzu, 1944 Turancılık davasını, Türkeş'in sürgün edilmesi ve On Dörtler meselesi... İşte bu da yine ülkücülükle ilgili. Dursun Önkuzu ülkücü bir öğrenciydi. Komünistler, yani Rus ve Çin destekli kişiler onu şehit ettiler. Sana bunu birkaç yıl sonra anlatacaktım.
                   - Nasıl şehit olmuş peki? Vurmuşlar mı?
                   - Bu konuda şimdilik daha fazla bir şey sorma. Henüz çok küçüksün. Ama çok da meraklısın. Lütfen kızım, bu konuyu irdeleme şimdilik. Kimseye sorma, öğrenmeye çalışma. Vakti gelince her şeyi anlatacağım. Çok ağır gelir şu an.

              Kafamda bir sürü soru işaretiyle odama gittim ve bu konuyu daha fazla deşmedim. 2 yıl sonra 2002'de Mustafa Yıldızdoğan katıldığı bir tv programında Emine Işınsu'nun Sancı romanından bahsetti. Annem çok heyecanlanmıştı. Bekarken okuduğu ve kaybettiği romanı tekrar hatırlamıştı.

                    - Evet, Sancı! Henüz babanı tanımıyordum bile. Bu romanı okuduktan sonra aylarca kendime gelememiştim. Eğer bulursam sana okutacağım.

              Beynimde o an şimşek çaktı. Annem birden yüzleşmemem için ciğerlerine hava basılmasını anlatmak zorunda kalmıştı ama anlatmadığı her şeyi o roman sayesinde öğrenecektim. Cumhuriyet Üniversitesi İlköğretim Okulu'nda okuduğum için servisle gidip geliyordum. Bir gün servisten indim ve okula girmeden otobüs durağına gittim. Merkeze inip ne pahasına olursa olsun Sancı'yı bulacaktım. Annem ve babam beni okulda biliyorlardı. Bu durum günlerce devam etti. Şehri karış karış gezdim ama bir türlü bulamadım. Yine Sancı'yı aradığım bir cuma günü artık umudumu kaybetmiş, kaldırıma çökmüş hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. O esnada sevgili babam cuma namazından çıkmış, Atatürk Caddesi'nde yürüyordu. Beni görünce telâşlandı ve tabii ki sorgu başladı. "Kızım noldu? Senin bu saatte okulda olman gerekmiyor mu?" dedi haklı olarak. "Sancı'yı bulamıyorum" diye yana yana ağlıyordum. Şımarıkça zırlamak hiç adetim değildi. Babam durumun ciddiyetinin farkındaydı. Ülkücü kitapçı arkadaşına (Vilayet Kitabevi) götürdü. Kadir amca: "11 yaşında kız çocuğu için çok ağır kitap. Baskısı yeniden yapılacak. Ötüken Neşriyat ile konuşurum. Bu arada siz ocağa da bakın. Belki bulunur. Ama Dilara'ya Atsız'ın Deli Kurt romanını verebilirim." dedi. Babam onu çoktan okuduğumu söyleyince Kadir amca şaşırdı. "Yavrum şimdikiler ülkücü şehitlerin adını bilmiyor, sen bir roman için deli gibi geziyorsun." diye güldü ve bulacağına söz verdi.

             Ocağa gitme serüvenimi daha önce anlatmıştım. Her şey Sancı uğruna başladı. Sancı, Sancı diye yana döne ararken bunun ömürlük bir sancı olacağını, hiç geçmeyeceğini, hatta her geçen gün daha da dayanılmaz olacağını seziyordum. Bir seçim yapmam gerekiyordu. 11 yaşında ip atlayıp, seksek oynayacağım çağda çok ağır bir yükün altına girmeye hazırlanıyordum. Annem çok net konuştu:

               - Bak kızım, vatanını ve milletini sevmek en birinci görevin. Ama ben seni hiçbir şeye zorlamıyorum. Ülkücü olma konusunda kararlıysan mutluluk, ikbal, mevki, makam bekleme. Tam tersi bu yolda çile var. Hayattan şimdiki nesil gibi zevk almayı, boyalı cilalı bir yaşamı seçersen yolumuz ayrı olur ama seni annen olarak bazı konularda dizginlerim, takip ederim. Yok, hayatına kutsal bir anlam katmak istersen o zaman hem annen hem ülküdaşın olurum. Belki yalnız olacaksın, kimse seni anlamayacak. Yaşıtlarınla çatışacaksın, yapayalnız kalacaksın ama herkesin gıpta ile baktığı bir Türk kızı olacaksın. Seçim senin...

             Ben kararımı çoktan vermiştim. Hayatta en çok ülkücü şehitleri sevdiğim için annem ve babam dahi ikinci planda kalacaktı. "Aman ailem ne der, babam keser, annem asar" kafasında bir insan olmadım. Oldukça serbest bir ailede yetiştim ama Türk töresinden taviz vermedim. Bu iki seçeneği sunan annem de kızıyla daima gurur duyacaktı.

             Sancı'yı bulmak için ocağa gittiğimizde dünya tatlısı insanlarla tanıştım fakat tahmin edemeyeceğim kadar çarpıcı ve acı bir şey oldu. Çağrı ve Yakup ağabeylerim "Destanlaşan Ülkücü Hareket" adlı belgesel CD'sini armağan etmişlerdi. O dönemde yeni edindiğim ve halihazırda 15 yıldan fazladır kardeşleri olduğum ağabeylerimle izlemek istedim. Küçük bir cimcimeyi kırmadılar elbette. Belgesel ilk şehit Ruhi Kılıçkıran ile başladı. Süleyman Özmen, Yusuf İmamoğlu... Ve nihayet Önkuzu. Kalbim yerinden fırlayacak gibi çarpıyordu. Çocukluğu anlatıldı, bir lâhza sonra... Yazarken ellerim titriyor. Şehit olduktan sonraki hali belirdi. Acı bir çığlık kopardım mı onu hatırlamıyorum ama donup kalmıştım. Utanarak söylüyorum ama çok korkmuştum. İşkencelerin onu ne hale getirdiğini gördüm. 11 yaşındaydım, çocuktum. Ağabeylerimden biri kalbini tuttu, fenalaştı. Ağlayanlar vardı. Annemin yüzü bembeyazdı. Osman ağabeyim masayı yumruklayarak feryat ediyordu. Her şeyi görüp duyuyor ama tepki veremiyordum. Ruhum çekilip alınmış gibiydi. Yetişkinlerin bile dayanamayacağı bir görüntüydü. Dursun Önkuzu'nun yüzünde dehşet ve acı ifadesi, dişleri kırılmış, ağzı kanlı, göz kapakları şiş, vücudu incecik kalmış, can havliyle kendini çok sıktığı belli ve çaresizdi... Aklıma geldikçe delirecek gibi oluyorum. Ağlayabilenler rahatladılar biraz. Ben öylece kalakaldım. Keşke biri o an tokat atsaydı ya da ne bileyim... İçimdeki zehiri o an akıtabilseydim bu travmayı atlatabilirdim belki. Bana su içirdiler. Çağrı ağabeyim saçlarımı okşayarak teskin etmeye çalıştı. Annemin dudakları titriyordu ama kendini bırakmadı. Eve giderken "Melek oldu o, artık acı çekmiyor inan bana." dedi ama içimin acısını geçirebilir miydi?

               "Dursun ağabeyimin melek olması benim acımı dindirmiyor! Hepiniz hayata geri döndünüz, ben orada öldüm! Yürüyen bir cesetten farkım yok benim!" diye yıllarca içimden haykırdım. Osman ağabeyim de o travmanın izlerini hala taşıyor. Acılar insanı kamçılarsa faydalıdır. O sıralar üniversitede okuyan Osman ağabeyim (şu an 34 yaşında) akademisyen oldu. Ben de aynı yolda ilerliyorum. Yıllar sonra o korkunç günü yâd edince birbirimize itiraf ettik. O gün Dursun ağabeyimize söz vermiş, gelebildiğimiz en iyi yere geleceğimize yemin etmiştik.

                  **********

              Sabiha Gökçen Havaalanı'na inen Revan-İstanbul uçağından aceleci bir tavırla genç bir kız indi. Telaşla saatine baktı ve koşarak hemen oradan ayrılması gerektiğine karar verdi. 24 Kasım için emekli öğretmenlerin kutlama yemeği vardı ve oraya yetişmesi gerekiyordu. Derhal taksi tuttu ve bir otelin adını söyledi. Otele girdiğinde resepsiyon görevlisine, nefes nefese kalmış bir halde şöyle dedi:

              - Emekli öğretmen Ertuğrul Dursun Önkuzu ile görüşmek istiyorum. Revan'dan geldim. Kendisiyle görüşmem mümkün mü?
              - Dursun Bey lobide oturuyorlar. Yanına gidebilirsiniz.

              Genç kız heyecandan titreyerek yürüdü. Kır saçlı, karizmatik ve babacan bir adam gördü. Gözlüğünü takmış, gazetesini okumakta olan bu beyefendi Dursun Önkuzu olmalıydı. Gözleri doldu. Deli divane hayranı olduğu yazar ve fikir adamı Dursun Önkuzu karşısındaydı.

              - Efendim merhaba, Ertuğrul Dursun Önkuzu sizsiniz değil mi? Bendeniz Dilara Altaş. Revan'da Hüsəynqulu Xan Üniversitesi'nde akademisyenim. Sizinle görüşmek en büyük hayalimdi.
             - Hoş geldiniz küçük hanım, çok memnun oldum. Lütfen buyrun, oturun. Aç iseniz yemek de yiyebiliriz.
            - Şu an çok heyecanlıyım. Yemek yiyebilecek durumda değilim efendim.
            - Aman efendim mahcup ediyorsunuz. Birazdan kız kardeşim Samiye Hanım ve eşi Osman Bey de burada olurlar. Sıcak bir aile ortamında yemek yeriz. Bana biraz daha kendinizi anlatın lütfen....

             Biraz sonra Önkuzu ailesinin fertleri, emekli öğretmenler ve Dilara yemek masasında sohbet ediyor ve güĺüşüyorlardı. Mutluluk bu insanlara öyle yakışıyordu ki...

                          *********

             Kurduğum hayalden sıyrılıp, gerçek dünyaya bir anda geri döndüm. Şimdi ben kasvetli bu kasım gününde işime geri dönmek ve akademik eser okumak için kendime telkinde bulunuyorum. Meleğim çalışmamı ister çünkü. Sözümü tuttuğum gün, en güzel giysilerimi giyeceğim, çok güzel olacağım. İki dirhem bir çekirdek derler ya, öyle. Eşsiz güzellikte bir demet çiçekle yanına gidip: "Her şeyi senin için, şehitlerimiz için yaptım, sizler benimle gurur duyun diye. Benim sevgim lafta değildi, her an ruhumda taşıdım sizleri." diyeceğim. Sonra uzun uzun konuşup, hıçkıra hıçkıra ağlayacağım. İçimde biriktirdiğim ne ağıtlar var. Mezarlıkta uyumak fikri bana korkunç gelirdi ama çok kısa da olsa, ona sarılıp göğsünde uyuduğumu hayal ederek toprağını kucaklayıp uykuya dalacağım. Sonra tazelenmiş bir şekilde kalkıp, yeni bir hayata başlayacağım.




7 Mayıs 2017 Pazar

Türk Milliyetçisi Kimdir?

               Türk milliyetçisi; Türk olmanın ateşten gömlek olduğu bir dünyada hayatta kalma mücadelesi veren kişidir.
               Üsküp'te eline diken batan Türk'ün acısını Fergana'da; Bakü'de düşüp dizi kanayan Türk'ün acısını Yakutsk'ta hisseden insanlar var. Hani tek yumurta ikizlerinden birinin neresi ağrırsa diğerinin de orası ağrır ya, öyle. Kanını taşıyan damarı sızlıyor insanın. Bunu bizimle aynı milletten olmayan birine anlatamazsınız. Mucizevi denecek kadar ilginç bir duygu. Hem genetik, hem ruhsal.

                İşte her şey bu kadar yalın, bu kadar sade. Ek olarak başka bir şey demeye lüzum görmüyorum.

6 Aralık 2016 Salı

Üç Ayak Bir Şafak: Bir Sitemin Öyküsü

                                     

                        Her okunduğunda tüyleri diken diken eden, Türk milliyetçileri için bir haykırış iken diğerleri için hiçbir anlam ifade etmeyen o şiir: Üç Ayak Bir Şafak.  Türk milliyetçiliğinin sembolizmine her şarkısında yeni bir boyut katan Osman Öztunç, beyin yakan bu şiiri besteleyerek hepimize çok büyük bir hizmette bulunmuştur. Bilenler bilir, o aslan gibi kükreyen sesiyle ve her mısrasında yalnızca bizlerin anladığı o travmatik şiirleriyle "Ahmet Kaya'nın ülkücü versiyonu" diye adlandırılsa da, esasen çok farklı olduğu ve Osman ağabeyimize büyük haksızlık yapıldığı görülecektir. Osman Öztunç'un "Susmam Ben" adlı albümünde yer alan bu şiirden bahsedelim.

                      Lise öğrencisiyken Susmam Ben adlı albümü dinlediğim ilk günü asla unutmayacağım. 2006 yılıydı. Kasetin B yüzünde bulunan bu nadide eserin ilk önce sözlerini okudum. Elbette pek bir şey anlamadım. "Yırtılan nazlı bayrak, gözüme bağlı mendil" ve "Bir kızıl elmaydım, çürüdüm. Halden hale geze geze" dizeleri dışında Türk milliyetçiliğine dair hiçbir emare yoktu. Rastgele, dadaist bir anlayışla yazılmış olsa gerekti. Bazı şeyleri anlamak için olgunlaşmak gerekiyordu. Fakat tüyler ürpertici bir feryat, derin bir travma ve tam bir cinnet hali hakimdi bu şarkıda. Yıllar geçince rastgele olmadığını anladım.

                         "Kahpe kayışında bileniyor bıçak,
                          Üç ayak bir şafak.
                          Celep örfü ahkam olmuş
                          Babam kasap vezir,
                          El oğluna bayram olmuş
                          Kuzular sağ enir.
                          Üç ayak bir şafak."


                   Üç ayak vardı, üç ayak. Öyle bir üç ayak ki, dokuz karanfil onda son nefesini vermişti. Bir şafak vakti... El oğlu bayram eder tabii. Kuzular yağlı urganlara asılıyorlardı. Darağacını selamlayan, gülümseyerek "Türk milliyetçiliği yaşayacak" diyerek idam sehpasına çıkan o bedenleşmiş inancı anlatıyordu. O zamanlar içgüdüsel olarak en acı kısmının şu olduğuna kanaat getirmiştim:

                           "Ahd etmiş babam, beni boğazlayacak
                            Topal tahterevalli hak
                            Fidyeler takas olmuş,
                            Binilen dala iner nacak,
                            İntihar kısas olmuş."

                      Nasıl bir ruh hali bu dizeleri yazdırabilir? Zeka sıçraması ve biriken acılar nelere kadir. Babası tarafından boğazlanan bir nesil vardı ve baba evlatlarını acımasızca öğütüyordu. Babamız baki kalsın diye kızıllarla mücadele ederken, babamızın bizleri yağlı urgana layık görmesi... Babamız öyle uygun görmüş, ne çare...

                                 "Birkaç sefil
                                  Gözde nesil
                                  Yırtılan nazlı bayrak
                                  Gözüme bağlı mendil.
                                  Ben kırk kere İsmail
                                  Babam bir kere İbrahim değil.
                                   Babam asil
                                   Babam adil,
                                   Babam katil!"

                       Hasan Sağındık diyor ya, "Kendimden gayrıya bel bağlayamam; her yerde Özmen'im, hep Süleyman'ım!" Bu isyan değildir asla! Evladın babasına sitemi olabilir ancak. Bir baba evladına nasıl kıyar diye düşünürdüm, bazen kıyabiliyormuş. Düşmanına değil de, sadık yavrusuna.

                       Türkiye Cumhuriyeti baki kalsın yeter ki. "İpse de kaderimiz. yüzülse de derimiz, asla vazgeçmeyeceğiz!" diyen insanların halefleri olabilmek için çabalıyoruz. Biz babamıza hürmetsizlik etmeyiz çünkü. Lütfu da hoş, kahrı da. Ama keşke baba şefkatinden nasiplenebilseydik. Babamız bizi bağrına bassaydı da, köpeklere yem etmeseydi keşke. Bizi bunu hiç haketmedik.

                            "Sarışın değilmişim
                              Kara kaş, kara göz yasak.
                              Has anadan gelmişim,
                              Öz ocağımda öz yasak!"

                       O zamanlar sarışın olmak ayrıcalıktı tabii. Kimi sarışın Coni'lere, kimi yine sarışın Boris'lere uşaklık ediyordu. Amerikalı ve Rus kıskacı arasında bir o yana bir bu yana savrulan yeşil ve kızıl komünistlere karşı, gök tuğlu bir nesil direniyordu. Öz ocağımızda öz yasaktı. Nazlı bayrak yırtılıyor, göze mendil bağlanıyor ve çakallar gözü bağlı, ayakları bağlı kurtları parçalıyordu. Kurtarılmış(!) bölgelere orak  çekiç paçavraları asılıyordu. Türk olmak, Türkçü olmak yasaktı. Gerçi değişen bir şey olmadı, hala yasak.

                               "Yaşımdan bir çağ yürüdüm,
                                 Gece susadı gündüze,
                                 Bir kızıl elmaydım, çürüdüm
                                 Halden hale geze geze.

                                 Onlar ki sığmadılar hiçbir şeye,
                                 Onlar ki herkesten yeğimdeler.
                                 Hiçbir şeye sığmadılar diye
                                 Benim geçimsiz yüreğimdeler.


                       Öyle zehir zemberek bir şiir ki bu, sayesinde canımdan çok sevdiğim insanların acılarıyla bir kez daha ama bu kez en keskin şekilde yüzleştim. Zaten canımdan çok sevmemin sebebi tam da buydu. Onlar her türlü çileyi ihsan sayıyorlardı. 16 yaşında cezaevine giren Doğu Türkistanlı Velican Oduncu. Çinli zindana atsa öyle yanmazdı belki. Ama onun için Türk milliyetçiliği için çekilen kahır kutsaldı. Ne gerekçeyle olursa olsun. İki minik kızına, idam edilmeden önce veda eden ve hiçbir şey anlatmadan gülerek hatıra fotoğrafı çektiren Ali Bülent Orkan... İnfaz edildikleri an vücutları kıbleye dönük şekilde huzur içinde gülümsedikleri için imamı vicdan azabına gark edip: "Yemin ederim erendi onlar, o çocukların bir suçu yoktu!" dedirten Selçuk Duracık ve Halil Esendağ... Daha niceleri düzenin çarklarında öğütüldü. Tek suçları Türk milliyetçisi olmaktı.

                       Rahmetli Ömer Lütfi Mete, kırgın yazmış bu satırları. Atsız'ın vefatından sonra yazılmış olmasına çok üzülüyorum. Serbest vezinde her sözcüğe bir imge yükleme sanatını Üç Ayak Bir Şafak'ı örnek göstererek anlatıp İkinci Yeniciler, Nazım Hikmetoff ve onunla aynı zihniyettekilerin, bolca laf kalabalığı içeren ve doğru düzgün bir şey anlatmayan anlayışını eleştirirdi. Atsız sarkazmı ile Ömer Lütfi Mete deliliği aynı yazıda toplansaydı, müthiş bir deha örneği olurdu. Haset ve akıl kıtlığından muzdarip kızıl komünistler, Ruh Adam gibi eşi benzeri olmayan bir şaheserin kıskançlığıyla yanıp kavrulurken, bu da tuz biber olurdu sanıyorum.

                      Geçmişi her fırsatta hatırlatan, popüler olanı pompalamayan, aralarında ayrım yapmaksızın beş bin şehidimizin aziz hatırasını yaşatan dava arkadaşlarımızın, ağabeylerimizin fikirlerinden yararlanmalıyız. Üç Ayak Bir Şafak bu anlamda çarpıcı bir örnektir. Ömer Lütfi Mete'yi şükranla anıyorum.

                     Şimdi, tam şu an sokaklarda, gece vakti ayazda avaz avaz haykırarak koşmak, ciğerlerim yırtılırcasına ağlamak istiyorum. Bu yoğun duyguları yaşatan Osman Öztunç'un bestesi ve yorumudur kesinlikle. İçimde hep kalan kağıt kesiği gibi sızı, bu görkemli sembolizmin etkisiyle derinleşip, çıldırtan bir hal alıyor. Cinnet o kadar da imkansız bir şey değil.

                       Bazı yaraların ilacı yoktur. Zaman bazı şeylere derman olabilir, ama buna asla. Acınızı sevin, inancınızı diri tutan bu acı olacaktır. Şehitlerimizi minnetle ve şükranla anıyorum.

                     

                   Not: Desteğinden dolayı dostum Ömer Sencer Yuvacı'ya sonsuz teşekkürler.


19 Ağustos 2016 Cuma

Şeyhim Galip Erdem

                     

                             

                           "Ne ses, ne kanat, ne mektup, ne kağıt,
                            Benden sana dilek, senden bana ağıt.
                            ...
                            Yazısı silinmiş, kağıdı sarı,
                            Mektubumu geri getirdi dünya postaları...
                            Yollar, yollar, kuş uçmaz yollar...
                            Denizler aşırı, dağlar aşırı...
                            Sana ellerimden alkış, içimden dilekler,
                            Bahçemde yollarına çiçekler...
                            Ve bir gün dönersem yanına
                            Dudaklarımdan alnına bir ağabey armağanı..." (Arif Nihat ASYA)

                   Ülkemiz için endişelendiğimiz, kötü günler geçirdiğimiz şu dönemde buruk ve yaşamadığım o günlere özlem duyarak bu satırları yazıyorum.

                   Önümde Emine Işınsu'nun Galip Erdem'e hayranlıkla baktığı, Galip Erdem'in de babacan gülümsemesiyle karşılık verdiği bir fotoğraf var. Bakışlarla sarılmanın ne demek olduğunu iyi bilirim. Her anlamda kısır, çorak, tükenmiş bir dönemde yaşarken; o altın neslin insanlarının arasındaki o bağı kurabildiğim ağabeylerim benim için herkesten önemli. Beni menfaatsiz seven ve menfaatsiz sevdiğim, beni yetiştiren o güzel insanlara minnet ve şükran duyuyorum.

                    Tanıyamadığım, özlediğim, kendisine benzetilmekten gurur duyduğum ve her konuda izinden gitmeye çalıştığım insandan bahsedeceğim; Galip Erdem'den.

                    Türk milliyetçilerinin çile değirmeninde öğütüldüğü yıllar... Orhan Şaik Gökyay, Arif Nihat Asya, Nevzat Kösoğlu, Sadi Somuncuoğlu, Dündar Taşer, Nejdet Sançar ve tabii ki Atsız gibi aydınların arasındaki bu isim, diğerleriyle fikir bazında aynı olsa da, kendine özgü kişiliği ve yer yer duygusal, yer yer muzip tavırlarıyla dikkat çekmiştir. Atsız ve Galip Erdem'i çok iyi tanıyan, sohbetlerinde bulunmak gibi emsalsiz bir şerefe erişmiş olan İbrahim Metin, "Şeyh" ünvanı verdikleri Galip Erdem'in, kanepede otururken Atsız'ı gülme krizine sokan oturma şeklinden tutun da, en zor zamanlarda en pratik kararları vermesine kadar birçok ilginç özelliğini anlatmıştır. Bacaklarını birbirine dolayarak oturması ve çoğu huyunun benimle aynı olması (elmayı hiç sevmeyip armut hastası olması gibi) gibi çoğu detay bana tuhaf bir gurur vermektedir.

                     Az önce çileli yıllar dedim. "Ülkücünün Çilesi" adlı eserinde, kaybettiği evlatlarından biri olan Süleyman Özmen'i anlattığı makalesi ile aynı dönemde Atsız'ın yazdığı "Mustafa İsmet ve Kızıllar" makalesini arka arkaya okuduğumda Galip Erdem'in acı ve kinle yazığı, Atsız'ın ise öfke ve kinle yazdığını gördüm. Galip ağabey naif bir insanmış. Naiflik onu yormuş, yaşından evvel yaşlandırmış, koşturmacanın içinde yıpratmış. Atsız ile dertleşmek, Nejdet Sançar'a ve diğer büyüklerimize içini dökmek onu kısa süreli rahatlatsa da, onlardan tavsiyeler alsa da, kendiyle baş başa kaldığında dert onu yiyip bitirmiş. Süleyman Özmen için yazdığı makaleden sonra Dursun Önkuzu için pek fazla cümle kurmaması, onun ruh halini anlatıyor aslında. Bazı acıların tarifi yoktur. Atsız 23 Kasım 1970 gününün o korkunç ve soğuk yüzünü iliklerine kadar hisseden biri olsa da, makale yazacak gücü kendinde bulma sebebi, o gençlerle tanışmamış olmasıdır diye düşünüyorum. Galip Erdem Süleyman Özmen'i de, Dursun Önkuzu'yu da tanıyormuş. Yazı yazan, sohbet eden, gülen, hüzünlenen hallerini bildiği bu gençlerin şehit olmaları onu derinden sarsmış. Hele Önkuzu... Camiada herkes için deprem etkisi yaratmış ve kimse aylarca kendine gelememiş. Atsız'ın bu konuda dirayetli olması ve etrafındakilerin acılarını soğukkanlılıkla dindirmeye çalışması gerçekten insanüstü bir çaba. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, Galip Erdem'in hayata kaldığı yerden devam edebilme gücü de insanüstü. Aklını kaçırmamak için aklını çıkarıp atmak denir buna.

                    Galip ağabey gerçekten ilginç adam. Rizeli olması hasebiyle hamsi konservesiyle güç toplayan bir süper kahraman gibi. Osman Oktay onun evine gittiğinde, uyanır uyanmaz (ki uyanması çok zordur, gece boyu makale yazıp düşündüğü için öğleden sona kalkar ve uyandırmak isteyenlere "Defoooolll!" diye bağırırmış) ilk istediği şey: hamsi konservesi ve kola. Zaten sürekli sigara içen ve midesiyle böbreğinden rahatsızlığı olan biri. Atsız'ın defalarca uyarmasına rağmen "Tamam hocam, haklısınız" deyip yine tiryakisi olduğu sigaradan vazgeç(e)memesinin yanında, bir de kolayı eklemiş. Atsız 80'lerde talebesinin kola hastalığına şahit olsa köpürürdü muhakkak. Galip Erdem hakkındaki anıları ve onu tanıyanların anlattığı olayları okudukça erken yaşlanmasına, sağlık sorunlarına ve düzensiz hayatına şaşırmıyorum ama çok üzülüyorum. Çok daha iyi ve mutlu bir hayatı hak ediyordu büyüklerimiz.

              Galip Ağabey nevi şahsına münhasır bir adam.  Evliliği de kendisi kadar ilginçtir. Evdeşi Meral Hanım ile -muhtemelen görücü usulü- evlenecek olması başta Türk Ocakları mensupları olmak üzere Türkçü camiayı mutlu etmiş. Öyle ya, Nejdet Sançar'ın sık sık takıldığı, hayatının düzensizliği hakkında espriler yapıp durduğu bu çılgın adamın hayatı artık düzene girecekti. Ya da hepsi öyle sanıyordu. Tamam, en azından Türk Ocakları'nda kanepede sabahlamayıp evinde uyuyacak, ütüsü ve yemeği yapılacak, şirin mi şirin bir aile babası olacaktı. Sonuncusu gerçek olacaktı elbet. Fakat Galip ağabey tabii ki bildiğini okuyacaktı! Nikah günü gelip çattığında, Türkçü camianın içindeki üniversite öğrencileri, önde gelen akademisyenler ve aydınlar iki dirhem bir çekirdek giyinip nikah salonunda yerlerini almışlar. Ancak Galip ağabey o gece yine yazı yazdığı için hala uyumakta imiş. Neyse ki hazırlanmış vaziyette bekleyen gelin hanımı aceleyle alıp kendi nikahına güç bela yetişebilmiş. Nikah kıyılıp, nikah memuru klasik konuşmasını yaparken birden gençler paldır küldür Galip ağabeyin üstüne çullanıvermişler. Davetliler şok olmuşlar, gelin hanım korkmuş. Meğer Galip ağabey nikah kıyılır kıyılmaz elini ilk öpen gence harçlık vereceğini vaadetmiş. Meral Hanım bu ilginç adamın karakterini ilk günler çözemese de, Galip ağabey çok açık ve net bir biçimde kendini tanıtmış: "Bak kızım, ben avukatım, yazarım. Başka işler de yaparım. Fakat asıl mesleğim vatan kurtarmaktır. Bunlardan sıra kalırsa sana da bakarım."  Aslında Türkçü olması hasebiyle aile mefhumuna çok önem veriyor olsa da, davasını her şeyin önünde tutması ancak bir dava kadınının katlanabileceği şeydir. Heyhat! Meral Hanım bu noktada eşinin dünyasına çok uzaktır. Evet o bir Türk kadınıdır fakat sadece mutlu bir yuva kurmak istemiştir. En doğal hakkıdır elbette. Ama Galip ağabey farklı bir evrenin içinde yaşayan, Türkçü bir derviştir. Dağınık, gece uyumayan gündüz uyanmayan, günübirlik yaşayan fakat Türkçülük noktasında Atsız ve Sançar ile birlikte tarihimize damga vuracak kadar yürekli, engin bilgi birikimine sahip ve delilik ile dahilik arasında gidip gelen eşi benzeri olmayan bir dava adamıdır. Meral-Galip Erdem çiftinin kızları Bilge, annesi ve babasının boşanmasıyla birlikte annesiyle İstanbul'a gitmiş ama babasının fikirlerini ve değerlerini benimsemiştir.

                 Bu hayatta en sevdiğim insanlardan biri olan Galip Erdem gibi biriyle, tam olarak onun gibi yaşayan ve davranan biriyle evlenmek isterdim. Birlikte çile çekecek dirayete sahip, nerede akşam orada sabah bir hayat sürülse de, zindandaki Türk milliyetçilerine, Türk milliyetçisi şehitlerimize ve o güzel insanların ailelerine kendinden vazgeçerek hizmet etmenin kutsallığına vakıf olmuş bir adam düşledim hep. O vefalı adam 1997'de gitti ve ben bir daha onun gibi birinin geleceğine inanmıyorum.  Galip Erdem gibi biriyle cebimdeki son kuruşu her şeyden ve herkesten çok sevdiğim ülkücü şehitlerin ailelerine harcayıp aç yaşamak, bir eli yağda bir eli balda fakat sıradan bir adamla yaşamaktan bin kat daha iyidir. Fakat artık onun gibi vefalı bir adamın olduğuna inanmıyorum.

              Günlerce Türk milliyetçilerinin derdine daldığından yemek yemeyi unuttuğu olurmuş. Biraz da benim gibi ağzının tadını bilen biri olduğu için sevmediği yemeği yemek yerine, aç kalmayı tercih edermiş. Defalarca evinde açlıktan bayılmış vaziyette bulunup, dostları (özellikle İbrahim Metin) tarafından karnı doyurulmak suretiyle ayıltılmış. Mamakzedeler (Mamak Cezaevi'nde yatan Türk milliyetçilerine öyle dermiş) için toplanan paralara günlerce aç kalıp da dokunmadığını, yanındaki gençlerin de açlıktan "Galip ağabey karnımızı doyuracak kadarını alalım da, üstünü tamamlarız" diye yalvarmalarına rağmen "Olmaz! O paranın yeri belli. Evlatlarıma ve ailelerine harcanacak!" demesini Osman Oktay anlatmıştı. Açlıkla sınanan altın neslin Galip ağabeyi, apolitik davranıp etliye sütlüye karışmadan avukatlık yaparak para kazanmak yerine çileyi tercih etmiştir.

              O hastanede son nefesini vermeden önce 45 kilo imiş. Doktor Haluk Bey, o uçmağa vardığında yanına gelip: "Galip ağabey, o küçücük vücuda koskoca Galip Erdem'i nasıl sığdırdın?" diyerek hıçkırıklara boğulmuş. İnsanın beynine demirden yumruk gibi inen bir söz. Davası için her şeyi, dünya nimetini bir kenara itip çileyle dost olmuş olan bu büyük insanı tarif etmeye yetecek söz bulmaktan acizim.

                Şeyhim Galip Erdem... Siyasetin kirli yüzünden uzak kalarak makam ve ikbal peşinde koşmadan, hiçbir tarikat ve cemaatten medet ummadan, salt dini inancıyla ve Türkçülük fikriyle yaşadığı halde onu canından çok seven binlerce mürit bıraktı arkasında. Onlardan biri olabilirsem ne mutlu!                         


       

14 Haziran 2016 Salı

Musa'nın Bozkurtu: Albert Aqarunov

                               

           Başlık ilginç geldi biliyorum. Albert'i başka türlü tasvir edemezdim. Albert Aqarunov; Yahudi kökenli bir ailenin çocuğu olarak 25 Nisan 1969 tarihinde Bakü'nün Emircan kasabasında dünyaya gelmiş. Surahanı kasabasında 154 Numaralı Ortaokulu bitirdikten sonra Sanat Okulu'nun otomotiv bölümünü okumuş ve daha sonra konservatuarda müzik eğitimi almış. Ayrıca çok iyi trompet çalarmış. 1987'de Sovyet Gürcistanı'nda askerlik yapmış, 1989'da terhis olmuş ve 1991'de Karabağ Savaşı patlak verdiğinde, Albert bir vatandaş olarak cepheye koşmuş. Azerbaycan ordusuna gönüllü olarak başvurup, Karabağ'da savaşmak istediğini bildirmesinden sonra, derhal Şuşa'da Türk komutan Elçin Memmedov'un önderlik ettiği 777. Alay'da vatani görevine başlamış.

                    Albert'in bu kahramanca tutumu, bir Yahudi olarak Azerbaycan için canını ortaya koyarak savaşmak istemesi, mayasında var olan vefa duygusundan ve vatan sevgisinden kaynaklanmıştır. Azerbaycan, Gökoğuz ve Kazak Türkü askerler ile Türkiye'den gelen Rüzgar Birliği'ndeki Türk askerleri kadar cesurca savaşması nedeniyle Türk silah arkadaşlarının sevgisini kazanmıştır. Şuşa'ya ilk giren ermeni tankını, Gagik Avşaryan yönetirken, Albert Aqarunov'un 533 numaralı tankıyla vurulur ve Şuşa'ya Ermeni bayrağı asmak üzere girmeye çalışan Gagik ile, silah arkadaşları Aşot Avanesyan ve Şahen Sarkisyan, Albert Aqarunov tarafından kızıl tamuya gönderilmişlerdir. Ermenilerin üç önemli subayının ölmesi, Ermeniler ve Ruslar üzerinde soğuk duş etkisi yaratmıştır. Tam sözde bayraklarını asacakken Albert'in hamlesiyle emellerine ulaşamadıkları için ve Albert'in birbirine yakın iki tankı tek atışta vurabilmesi nedeniyle ermenilerin korkudan titremelerine neden olmuş ve Albert'in başına 5 milyon ruble para ödülü koymuşlardır.

Albert Aqarunov, adını taşıyan ALBERT tankının önünde poz verirken. 1992

                      Türkler kadar kahramanca, düşmana zerre kadar acımadan ve Türk silah arkadaşlarına ve komutanlarına bağlılıkla savaşması, O'nun güzel bir istisna olmasını sağlamıştır. O bizdir, bizden biridir. Albert Aqarunov.'un, cephede Türk komutanlarının emirlerini harfiyen uygulaması nedeniyle rütbesinin yükseltilmesi kararı alınmış ve birkaç tankın idaresi ona verilmiştir. Bizdeki şekliyle yüzbaşı olmuştur. Şuşa'da Ermenilerin 9 tane ağır zırhlı tankını imha etmiş ve çok sayıda Ermeni'yi öldürmüştür. Hankendi ve Cemilli'ye de gitmiş, orada da emrindeki Türk askerleriyle birlikte Ruslar ve Ermenilere ağır darbe vurmuştur.

                     Azerbaycan Türkü gazeteci Mirşahin'e verdiği röportajda "Mən bu torpaqda yaşayıram. Müharibənin axırına kimi burdayam!" demiş ve savaşın sonuna kadar cepheden ayrılmayacağını, kendisiyle röportaj yapan Fransız gazetecinin "Sen Yahudisin, Türklerin savaşıyla ne ilgin var?" demesi üzerine "Yəhudi olmaq Azərbaycanlı olmağa əngəl deyil. Mən Azərbaycan oğluyam. Burda vətəndaş kimi savaşıram." demiştir.

                   
Albert Aqarunov, Azerbaycanlı gazeteciye röportaj verirken.

                      Aylarca süren savaşta, Albert'i şehit edip başını kesmek için fırsat kollayan düşmanlar, tankın içinden çıktığı her anda onu takip etmiş fakat bir türlü istedikleri olmamıştır. 8 Mayıs 1992 tarihinde Azerbaycanlı Türk komutan Hacı Azimov, Albert'in nihayet şehit olan Türk askerlerinin naaşlarını almak için tanktan çıktığı bir esnada Ermeniler tarafından boğazından snayper ile vurulduğuna şahit olmuştur. Derhal bedeni Türk silah arkadaşları tarafından cephe gerisine taşınmış, böylelikle başının kesilmesine izin vermemişlerdir.

                     Naaşı Bakü'ye götürüldüğünde, cenaze töreninde Yahudi inancına göre hem haham dua ettirmiş, hem de Müslüman Türkler imam getirerek Kuran okutmuşlardır. Haham ve imamın şehidimiz için gözyaşlarıyla dua etmesi, halkı duygulandırmış ve birlik beraberlik inancını yükseltmiştir. Albert Aqarunov'a 7 Haziran 1992'de "AZERBAYCAN MİLLİ KAHRAMANI" ünvanı verilmiş ve adı Bakü'deki bir liseye verilmiştir. Azerbaycan Dağ Yahudileri İcması Başkanı Milix Yevdayev; "Albert her zaman Azerbaycan'ın tam bağımsız ve güçlü bir devlet olmasını, topraklarımızın Ermeni ve Rus işgalinden kurtarılmasını düşlemiş bir insandır. Albert Azerbaycanlıdır, Kendini bütün benliğiyle Azerbaycan'a adamıştır." şeklinde açıklama yapmış ve Dede Korkut Fonu tarafından, Albert Aqarunov'un kardeşi Ratik Aqarunov'a ödül verilmiştir.

                     Milli kahramanımız Albert Aqarunov'a en içten dualarımı gönderiyor,  Tanrı Dağı'na yükselen aziz ruhu önünde minnetle ve şükranla eğiliyorum.

Albert Aqarunov'un memleketi Bakü'de bulunan Şehitlikteki mezarı

25 Mayıs 2016 Çarşamba

Acılara Gülümseyebilen İnsanlar: Meyxana Sanatkarları

             Meyxana... 20. yüzyılın başında Sovyet işgaliyle birlikte zindana atılan Bakülülerin zindanda ürettikleri ve halka yayılan nadide sanat. Geçmişi acılarla dolu. Stalin döneminde sokak aralarında gençlerin Sovyet polisinden köşe bucak saklanarak icra ettikleri, radyo ve sonrasında televizyonlarda yayınlanması yasak olan bir kimlik savaşımı aslında. 1969 yılında "Stalin yoldaş" güzellemesi yapılan Azerbaycan filmi "Bizim Cəbiş Müəllim"de yer alan meyxana sahnesi hayret vericidir. Çünkü o dönemde meyxana kesinlikle yasaktır. Söyleyenler sürgün veya hapsedilmekte, yahut bir şekilde ortadan kaybedilmektedirler. Filmdeki şiddetli Sovyet propagandasının içine yerleştirildiği için ses etmemişler olsa gerek. Ne de olsa filmdeki meyxanacı gençlerin tamamı "komünist" ve "Stalinperest" idi. Bizimkiler akıllılık edip yasağı delmenin yolunu bulmuşlar. Ama başka bir filmde daha göremeyiz. Mazallah milli ruhu uyandırabilirdi! Stalin tarafından yaratıldığı dikte edilerek okullarda beyni yıkanan Türk çocuklarının durumunu izlemeye yüreğim ve sinirlerim dayanmadığı için, baygınlık geçirmeden kapatmıştım. Arşivimde duruyor ama hala tam izleyemedim.

          Akla hayale gelmedik eziyetlerden sonra bir de 20 Ocak 1990 Bakü soykırımı, yani "Qanlı Yanvar" vahşeti bütün Bakülüleri ve Azerbaycan'ın her şehrinden soydaşımızı mahvetmişti. Bu ahval ve şeraitte meyxana sanatkarları halkın acılarını anlatmaya devam ettiler. Məşədibaba, Elçin, Kərim, Ağasəlim gibi üstadlar, yığıncaklarda bu vahşeti anlatıyorlar ve halkın moralini yüksek tutmak için deyişmelerde kahramanlığın yanı sıra eğlenceli konulara da değiniyorlardı. Kan kusup, kızılcık şerbeti içtiklerini söylüyorlardı. Vahşi Stalin'in susturamadığı meyxanacıları kıçı kırık Gorbaçov mu susturabilecekti? Kimisinin komşusu, kimisinin akrabası, kimisinin aile dostu Yanvar soykırımında şehit edilmiş, fakat ne olursa olsun susmamışlardı. Düşmanı yiğitlikle ve dudaklarından eksik etmedikleri tebessümle alt edebileceklerine inanmışlardı. Nitekim 20 Ocak ile alevlenen isyan tüm Azerbaycan'ı sarmış ve 18 Ekim 1991'de Moskof zincirini kıran Azerbaycan, resmen bağımsız olmuştu.

           Meyxanacıların işi artık daha kolaydı. Özgür bir devlette çekinmeden, tutuklanma endişesi yaşamadan istedikleri konuda deyişmeye devam edeceklerdi. Ama Azerbaycan'ın şansı yaver gitmiyordu. Ahalisinin tamamı Türk olan Hocalı'yı korkunç günler bekliyordu. Sadece Hocalı mı? Kelbecer, Şuşa, Ağdam, Laçın, Zengilan, Fuzuli... Bütün Karabağ'da Ermeni ve Rus zulmü başlıyordu. Karabağ'ın diğer şehirlerle bağlantısı kesilmiş, halk çaresizce bekliyordu. Meyxana sanatkarları yine milli ruhu uyandırmada,  halka moral vermede ön saftaydılar. Titanik batarken panik içinde koşturan insanlara moral vermek için durmadan çalan kemancılar gibi... Şu an ah vah edip ağlayabiliyoruz belki. Ama o şartlarda o insanların ağlama ve depresyona girip kendilerini eve hapsetme lüksleri yoktu. İnsan acıyı sıcağıyla tam hissetmiyor. Her şey bittikten sonra o keskin acı başlıyor. Karabağlı meyxanacılar gibi, Gafanlı (Günümüzde sözde ermenistan sınırı içindeki Türk şehri, Revan Hanlığı arazisindedir) meyxanacılar gibi. Onlar hala işgal altında bulunan vatan topraklarının derdiyle boğuşuyorlar. Her gün gülmek, birilerini güldürmek çok zor iş. Ama soykırımın izlerini taşıyan yaralı Azerbaycan halkını güldürebilmek, onlara topraklarımıza tekrar kavuşacağımız umudunu aşılamak, seferberlik çağrısında bulunmak, Azerbaycan ordusunu ve askeri geleneği övmek, düşmandan intikam almanın gerekliliğini vurgulamak, vatanseverliği ve milliyetçiliği diri tutmak gibi ulvi görevleri var onların. Karabağ cephesinde Azerbaycan askerleri ermeni mevzilerini topa tutarken neşeyle meyxana söylüyorlarsa; gülerek Reşad Dağlı, Elşen Xezer, Perviz Bülbüle, Vüqar Yasamal, Aydın Xırdalanlı, Vüqar Bileceri, Cahangeşt Balaxanı gibi sanatkarların dizelerini tekrarlıyorlarsa bu adamlar başarmış demektir.

           Milletimizin morale ihtiyacı var. Evde çocuğuna bakan Türk kadınının, makinaların başında çalışan Türk işçisinin, cephede veya sınırda vatanı koruyan Mehmetçiğin, ilim tahsil etmek için koşturan öğrencinin, devlete hizmet eden memurların... Hepimizin biraz olsun gülümsemeye, dertlerden sıyrılmaya ihtiyacı var. Bu nedenle yüzümüzü güldüren bu şirinlik abidesi adamlara çok şey borçluyuz. Toplumun aksak yanlarını eleştirirken, diğer yandan milletimizin tarihi ve üstün karakterini de övmekten geri durmayan yapıcı insanlar olmaları onların değerini arttırıyor. Kendi milletinden utanıp, kendi ülkesini aşağılayan ve utanmadan o ülkenin ekmeğini yiyen sanatçı müsveddeleri, meyxana sanatkarlarının tırnağı bile olamazlar.

           Acıların ortasında dimdik duran, ajitasyon yapmayan, Türk gururuna sahip bu değerli insanların bir gün Karabağ'da ve Batı Azerbaycan'da kırk gün kırk gece şölen verildiğinde hayatlarının en coşkulu deyişmelerini icra etmelerini canı gönülden diliyorum. Revan'da dünya tatlısı Elşen Xezer'in o sevimli hareketleri ve mimikleriyle şov yaptığını, o güzel sesinin çınladığını görebilir miyiz bilmem ama, görürsem ya çıldırırım ya da ölürüm herhalde. Tanrı o günlere ulaşmayı nasip etsin. Er geç topraklarımızı geri alacağız zaten ama umarım bizler görebiliriz.

          Sizleri "Veten" meyxanasıyla başbaşa bırakıyor ve huzurlarınızdan ayrılıyorum...

       
       

16 Şubat 2016 Salı

Muhacir Türklerin Psikolojisi

                   Seferberlik türküleri vardır, ırkımızın çektiği zorlukları anlatan. Her şeye rağmen mağrur bir duruş vardır; sızlanma, ajitasyon, eziklik olmaz. Kendi ailemden yola çıkarak o ruh halini şöyle anlatayım: yok sayma, baskılama, inkar etme vardır daha çok. "Biz bunları yaşamadık ki, o işkenceler bize yapılmadı, o biz değildik." düşüncesi. Sağlıklı bir ruh hali için elzem elbette. Yaşadığımız şehrin bir parçası oluşumuz, geçmişe sünger çekme isteğimiz biraz da bundan sanırım. Bahsi mümkün olduğunca az geçer. Buna isyan eden ailenin en sivrisi benim. Her fırsatta hatırlatıyorum.

                  Malını, mülkünü, toprağını sırasıyla Borçalı, Revan ve Kars'a bırakmış insanların sığınmak zorunda kaldıkları son yer burası. Savaş gazisi olup, Rusların yaptıkları işkencelerden sonra aklını kaçırmış Terekeme milisi Yakup Bey, ellerinden kaçar kaçmaz arkadaşıyla Sarıkamış'a döner ve darmadağın olmuş ailenin son göçü başlar...  Anne tarafımınki daha büyük bir dram. Boraltan'da son Revanlı akrabalarımızı Ruslar kurşuna dizdikten sonra, Erzurum doğumlu annem bu acıyla, kinle doğup büyümüş. Babam ise; "Biz artık buralıyız. Şükürler olsun ki Türkiyemiz var. Yeni bir hayat kurduk kendimize. Bize yapılanları asla unutmayıp, içimizde saklı tutacağız. Hesabını soracağımız günler de gelecek. Ama şimdilik hayat devam ediyor. Diri diri mezara girmenin anlamı yok." diyor. İkisi de kendince haklı. Ama sanırım ben anneme daha yakınım bu konuda.

                 Babam daha sakin ve metin... İçinde fırtınalar kopmuyor değil. Ama o baskıladığı bu ruh halini, farklı şekillerde açığa vuruyor. Mesela; eve bir kilo pirinç, beş kilo un alması gerekiyorsa on kilo, yirmi kilo alıyor. Evde üç kişiyiz. Misafire ikram edilen de o kadar tutmaz. Çok almasının bir sebebi yok. Ama ev erzakla dolu. Dedesi, bu şehirde yokluk çektiği için, savaş sırasında da göçerken aç kaldıkları için bu zihnine yerleşmiş. Bir sürü ekmek alıyor, buzdolabına et depoluyor. Eli aza gitmiyor. Bunun genetik olarak aktarıldığını düşünüyorum bazen. Mesela av tüfeği var babamın, bu bana tuhaf bir şekilde güven veriyor. Güven duygusuna ihtiyacımız var. Aç, güçsüz ve silahsız kalma endişesi yaşıyoruz, çünkü bu nedenle göçtük.

                  Ülkemizin en ufak başarısı bizim için sevinçten ağlama sebebi olabiliyor. Ordumuzun ve devletimizin daima güçlü olmasını mutlaka her Türk evladı istiyor, ama bu durum muhacir Türklerde çok daha ciddi boyutta. Gündemden örnek vermek gerekirse, Rusya'nın Türkiye'ye kafa tutmasından korkan yığınla insan varken, biz bunu müstehzi bir biçimde ele alıyoruz. Çünkü çok çektik ama son kalemiz için mücadele ettik. Ordumuzun gücü de ortada. "Ay ya savaşa girersek ne olur? Strarbucks'ta kahve keyfi de yapamayıııız!" diyen muhallebi çocuklarının tırsmasına anlam veremiyor olmamız bundan. Savaş Türk için düğündür. Babam bu sebeple: "Kızım, cepheye gitmek gerektiğinde anasının eteğinin altına saklanacak olanlar belli. Ben de, annen de, sen de vatan için ölmeye gitmek gerektiğinde durmayacağız. Durursak kanını taşıdığımız insanlara ahirette savaştan kaçma alçaklığının hesabını veremeyiz." diyor. Yerden göğe kadar haklı.

1 Aralık 1918 yılında Karapapak ve Ahıska Türklerinin kurduğu
GÜNEYBATI KAFKAS  TÜRK CUMHURİYETİ
bayrağı. 

                Yaşadığı şehirde sığıntı muamelesi gören, onuru hiçe sayılan muhacir Türkler yalnızca Kafkas göçmenlerinden ibaret değil. Çağan Irmak, Dedemin İnsanları adlı filminde Giritli Türklerin dertlerini ele almış. Ege'ye mübadele sırasında göçen Giritli Türk ailenin, göçtükleri yerde "Yunan tohumu!" diye aşağılanmaları, mübadil ailenin çocuğunun her fırsatta İstiklal Marşı okuyarak, sünnet olduğunu söyleyerek, "Türküz biz, Türk!" diye isyan ederek kendini savunmaya çalışması ne acıdır. Aslen Revanlı olduğunu çoğu kişiden gizleyen annemi, o filmi izledikten sonra anladım. İncinmemek için susmayı tercih etmek gerekiyor bazen.

               Şimdilik gündemde olan Türk yurtları Doğu Türkistan, Türkmeneli, Karabağ, Kırım. Elbette gündemde kalmalı. Fakat ya Girit? Üsküp? Gümülcine? Kırcaali? Selanik? Batum? Priştine? Revan? Gökçe? Borçalı? Ahıska? Gönül ister ki her Türk'ün derdine yanacak birileri olsun. Çoğumuz şanssızız, ama bazılarımız daha şanssızız. Hazır Batı Trakya'ya değinmişken, büyük lider Dr. Sadık Ahmet'i de rahmetle ve şükranla analım. Tini şad olsun. Batı Trakya, Makedonya ve Kosova Türkleri yetim kalmamalı.    

31 Ağustos 1913'te kurulan ilk Türk cumhuriyeti,
BATI TRAKYA TÜRK CUMHURİYETİ bayrağı.

             "Ne qədər çox acı var, boğuluram!" diyen Hocalılı bir kadını anımsadım. Boğula boğula boğmayı öğreneceksin aziz milletim. Hak aramak merhametle olmuyor. Defalarca yufka yüreğimizden çetin yollar aşamadığımızı gördük. Bedeli çok ağır oldu. Ama hiçbir şey için geç değil.

             Muhacir psikolojisini çok iyi yansıttığını düşündüğüm Rıdvan CANIM'ın "Rumeli Ağıtı" adlı o güzel şiiriyle yazıma son verirken, etrafınıza iyi bakmanızı ve yerinden yurdundan olmuş Türklerle empati kurmanızı öneriyorum.


                         Bir Rumeli Türküsü kanat çırptı gümüş vazolarda,
                         Sımsıcak bir dua yıkıldı ellerime...
                         Burma bıyıklı ağıtlar dizginledi zamanı
                         Kana batmış toynaklarda yeşil bir gül dillendi,
                         Sessizlik keklikleri makaslarken gökleri
                         Bir ezan yağmuruyla ta can evimden yandım;
                         Ve yumdum gözlerimi İstanbul'da
                         Üsküp'te Kalkandelen'de uyandım.
           

21 Ocak 2016 Perşembe

Can Vardır Candan Öte - 1

            Bazı insanlar vardır, arada kan bağı olmamasına rağmen, akrabadan ve hatta kardeşten ötedirler. İhtiyacınız olduğunda her türlü fedakarlığı yapmaktan çekinmezler; sevgileri çıkarsız ve tertemizdir.

             Beni annem ve babamdan sonra en çok seven ve düşünen insanlar onlar: ağabeylerim... Onlardan bahsedeceğim.

             Orta 1'e geçtiğim yaz tatilinin başıydı. Sevgili babacığım, takdir aldığım için elimden tutup, beni derhal Vilayet Kitabevi'ne götürmüştü ve birlikte Atsız'ın İrfan Yayınevi'nden çıkan Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor ve Ruh Adam'ını almıştık. Daha önce de annem Deli Kurt'u almıştı. O günü hayatım boyunca unutmayacağım. Bir elimde karnem, diğer elimde Atsız'ın şaheserlerinin olduğu poşetle zıplayıp şarkı söyleyerek eve gitmiştim. İçimdeki o tatlı heyecan ve mutluluğu anlatamam. Çocukluk aşkım Mustafa Yıldızdoğan'ın "Biz Bu Hallere Düşecek Adam mıydık" adlı albümünü ve posterini de annemle alınca kanatlanmıştım. Fakat hayatımdaki en önemli kırılma noktasının o yaza tekabül edeceğini ve hayatımı etkileyen muhteşem insanlarla tanışacağımı henüz bilmiyordum.

             Uzun zamandır arayıp bulamadığımız, Mustafa Yıldızdoğan'ın bir televizyon programında bahsettiği, Emine Işınsu'nun Sancı adlı romanını okuldan kaçıp arama serüvenim derslerimi etkilemediği için ödüllendirildim. Karnemi aldıktan hemen sonra Sancı romanı için ülkü ocağına annemle birlikte gittik ve her şey o gün başladı. Dünyanın en iyi niyetli ve sevecen insanlarıyla da o gün tanıştım.

                Ocağa gittiğimizde bizi ilk sarışın yeşil gözlü bir abi karşıladı. Adının "Yakup" olduğunu söyledikten sonra bizi büyük bir saygıyla içeri buyur etti. Kendine özgü komik ve sevimli gülümsemesiyle (hakikaten "gülmek üzereyken herkesi güldüren Yakup gülümsemesi" diye bir şey vardır ki, evlere şenlik) o meşhur "ocak çayı"ndan getirmelerini söyledi. 11 yaşında olduğumu, Türk milliyetçisi olduğumu mağrur bir tavırla anlattım. O güne kadar öğrendiklerimi ve düşüncelerimi aktardım. Yakup ağabeyim şefkatle ve gururla beni dinledi. Dursun Önkuzu'yu çok sevdiğimi ve Sancı'yı bu yüzden aradığımı  da söyleyince duygulandı ve içeriye seslendi:

               -Çağrı! Çağrııııı! Bir dakika gelir misin buraya? Bir işimiz var seninle.
               -Geldim. Ne oldu? (Annemle beni utangaç bir gülümsemeyle selamladı.)
               -Bu küçük kardeşimiz Sancı'yı arıyormuş. (Annemi göstererek) Hanımefendi de bu davaya gönül vermiş bir ablamız. Sen Volkan abinin dükkanına git, bu kitabı sor. Bulamazsan da "Destanlaşan Ülkücü Hareket" belgeselini bir şekilde bul, gel. (İçeriye seslendi) Sefer! Ali! Gardaş kısın müziği, coşuyoruz burada.
               -Tamam hallederim. He ya, sabahtan beri Genç Osman'ı açıyorlar kanımız kaynıyor reis! Yıldız Sahaf'a da bakarım Volkan abide yoksa.
               -Tamam. (Bize dönerek) Oğuz Başkan burada olsaydı ona sorardık ama memur kendisi. Bu saatte çalışıyor. Ama merak etmeyin, buluruz elbet.

              Çağrı adlı, fiske vursan kan damlar cinsinden al yanaklı, tombiş ve sevimli genç ok gibi fırladı. Neredeyse bütün şehri didik didik edecek, fakat Türkçü gençlerin büyüğü, süper kahramanı "Volkan abi" bile bulamayacaktı.  (Daha sonra Vilayet Kitabevi, babamın hatrına getirtecekti.) Ama olsundu. "Küçük kardeş", iki tane dünya tatlısı ağabey kazanmıştı şimdiden.

                Adını o gün boyunca çok duyduğum "Volkan abi" nasıl biriydi acaba? Yakup ve Çağrı'nın tayfasından Hamza ile de o gün tanıştım. Annem, bir müddet sonra "oğullarım" diye söz edeceği bu gençleri çok içten bulmuştu. Aynı gün tanıdığım Ali ve Çağrı'nın ağabeyi Burak da kahramanlarım olacaklardı.

               Koridordaki duvarda asılı Ruhi Kılıçkıran, Süleyman Özmen, Yusuf İmamoğlu gibi büyüklerimizin fotoğrafları, bizlere bakıyordu. Samimiyeti, davaya bağlılığı, Türk milliyetçiliği için çekilen çilenin aslında lütuf olduğunu o gün o ortamda idrak ettim. Daha önce hiç görmediğim bu gençler, annemi anneleri, beni de kardeşleri bilerek seferber olmuşlar, sonrasında hiç kopmayacak güçlü bir bağın temellerini atmışlardı.

               Osman Öztunç'un "Birader" şarkısı, bu ebedi kardeşliğin bağlılık yemini gibi çalmaya başlayınca, herkes sözleşmişçesine birbirine bakıp, gülümsedi. Birbirlerini önceden tanıyan bu delikanlıların arasına küçük bir kız kardeş katılmış oluyordu.

26 Aralık 2015 Cumartesi

Türk Tiyatrosunun Dünü, Bugünü, Yarını

                  Meddahlık, tulûat ve ortaoyunu gibi temaşa sanatları, geleneksel Türk tiyatrosunu oluşturan üç ana unsurdur. Türkistan'da taklit ve bazı karakterler kurarak yapılan şölenlerle temeli atılmıştır. Tarihini İslam'dan önceye kadar götürebileceğimiz Türk meddahlığı ve ortaoyunu, Türklerin Anadolu'ya gelmeleriyle birlikte yeni bir boyuta ulaşmış ve II. Mahmud döneminde profesyonellik kazanmıştır.

Son ortaoyunu sanatçılarımızdan
 İsmail Dümbüllü ve Münir Özkul


                 Meddahlığı bir nevi "monolog" olarak değerlendirebiliriz. Anadolu'da Türk köylerinde soğuk kış gecelerinin vazgeçilmezi olan öykü anlatma ve anlatırken karaktere bürünme sanatına, günümüzde "stand-up" denir oldu. Ortaoyunu ise; Kavuklu Hamdi, Pişekâr, Çelebi, Külhanbeyi, Kel Hasan, Abdürrezzak gibi sınırlı karakterleri ihtiva eden, bir metne bağlı kalmayan, doğaçlama, geleneksel Türk tiyatrosudur. Ortaoyunu için "Canlı Karagöz" de diyebiliriz. Tulûat ise; yazılmış belirli bir oyun ve her defasında değişen farklı karakterlerden oluşan, daha profesyonelce yapılmış ve Türk geleneklerine uygun icra edilen tiyatro dalıdır.

Ortaoyunu tasviri

              Tanzimat döneminde, III. Selim, II. Mahmud ve sonraları Abdülmecid gibi yenilikçi padişahlar Yıldız, Çırağan ve Dolmabahçe saraylarına tiyatro salonları yaptırmışlardır. Fakat ne var ki, İlk kurulan tiyatro gruplarında çoğunlukla Ermeniler yer almıştır. Güllü Agop adlı Ermeni tiyatrocu, Ermenice oynanan bazı oyunları Türkçeleştirip İstanbul Gedikpaşa Tiyatrosu'nda sahneye koymuştur. Çoğu kişinin lise edebiyat derslerinden bildiği Şinasi'nin "Şair Evlenmesi" adlı oyunu 1860 yılında sahnelenmiştir. Tabii sadece azınlıklar değil, Namık Kemal, Ahmet Vefik Paşa, Abdülhak Hamid gibi Türk tiyatro yazarları da eserler vermişlerdir.

             27 Ekim 1914'te kurulan Darü'l Bedâyi, ilk gelişmiş ve Batılı tarzda Osmanlı tiyatrosudur. O dönem için Türk tiyatrosu denmesi çok doğru olmayacaktır. Çünkü Türk erkeklerinden başka Ermeni, Rum, Yahudi kadın ve erkek oyuncular da vardır. Ayrıca ne acıdır ki, azınlık kadınları tiyatrolarda rol alabilirken, Türk kadınları seyretmek için bile tiyatronun kapısından içeri girememişlerdir.

            Müzikal oyunların tanıtıldığı ilk mecmualar da azınlıklar tarafından neşredilmiştir. Bunlardan biri Ermenice "Osmanyan Verjışdutyun" adlı mecmuadır; "Osmanoğlu Musikisi" anlamına gelmektedir. 1875 yılında yazılan ve 1876'da sahneye aktarılan ilk Osmanlı opereti "Leblebici Horhor Ağa" Dikran Çuhacıyan ve Takvor Nalyan'a aittir.

Sonradan filme aktarılan Leblebici Horhor Ağa'nın afişi.

            Görülüyor ki, Türk yurdunda Türk'ün sanat icra etme hakkı elinden alınmış ve tiyatro gibi kitleleri etkileyen bir sanat dalı azınlıkların eline teslim edilmiş, Osmanlılar tarafından başkalarına altın tepside sunulmuştur. Millet-i Sadıka(!) olarak bilinen millet, ortaoyunu ve meddahlığın etkisini azaltacak nitelikte tamamen Batı uşaklığıyla tiyatrolarımızı manipüle etme imkanına kavuşmuştur. İlk Osmanlı opereti, yeni bir sanat dalının Türk motifleriyle icra edilmesi şeklinde olabilecekken, ipe sapa gelmez bir aşk hikayesi ve kız kaçırma vakası ile berbat edilmiştir.

            Bu yazıyı genelgeçer tarihi bilgiler ışığında, Türk tiyatrosunun geçmişinden duyduğum teessür ve geleceğinden duyduğum endişe ile yazıyorum. İlk Türk kadın tiyatrocumuz Cahide Sonku, Osmanlı'nın son döneminde Ermenice isimle sahneye çıkmak zorunda kaldıysa, bu utanç Osmanlıcı Türklere yeter diye düşünüyorum. Neyse ki, Cumhuriyet'in ilanından sonra Türk kadınları tiyatrolarda rol almaya başlamıştır. Sanıyorum Trabzonlu Türk kadın tiyatro üstadımız, rahmetli Tomris Oğuzalp Hanımefendi, İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun müdiresi olarak Cahide Sonku'nun ruhunu şad etmiştir. Fakat ne yazık ki çoğu tiyatrocumuz gibi yoksulluk içinde ölmüştür. 2 yıl önce uçmağa varan Tomris Hanım, 1932 doğumluydu.

Tomris Oğuzalp ve Haluk Kurdoğlu, 1959-1960 yıllarında
"Karayar Köprüsü" adlı oyunda rol alırken.

               Şimdilerde ise Türk tiyatrosu, Türklüğü hor gören etniklerin tahakkümü altındadır. Ancak bu noktada iğneyi değil çuvaldızı kendimize batırmak durumundayız. Türkçü-Turancı tiyatro oyuncularının yetişmeleri ve tiyatroları doldurmaları elzemdir. Oyuncu tayfasının Kürt ve Ermeni borazanlığı yaptığı, sosyal medyada hunharca Türk düşmanları için duyar kastığı bir dönemdeyiz. "Kobane" diye zırlayarak ödül alan oyuncular değil, Karabağ, Kırım, Ahıska, Türkmeneli, Doğu Türkistan için milleti şahlandıracak konuşmalar yaparak ödül alan oyuncularımız olmalıdır. Ulusalcı Nejat Uygur, Levent Kırca, Ferhan Şensoy gibi isimleri kötünün iyisi olarak değerlendirsek de, bizim tam anlamıyla, her yönüyle Türk ve Türkçü oyunculara ihtiyacımız var.

               Türkçü ailelere bu anlamda büyük görevler düşüyor. Çocuklarınızı tiyatro ve sinemaya yönlendirin. Oyuncu olmak zorunda değiller. Işık, dekor, kostüm, dramaturji, senaryo, yönetmen asistanı, yönetmen; yani bu sanatla ilgili herhangi bir iş koluna mensup olmaları için özendirin. Türkçü nesiller her sanat dalında aktif olmalı ve topluma ışık tutmalıdırlar.                
   


22 Kasım 2015 Pazar

Zaman Buz Tuttu... (Dursun Önkuzu)



             Kırılma noktaları vardır; bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Hayatlar zindan olur, zaman durur, takvimler daima o günü gösterir. 23 Kasım 1970... 45 yıldır aynı günü yaşayan insanlar var. O kırılma noktası kimleri etkilemedi ki? Atsız, Nejdet Sançar, Emine Işınsu, Galip Erdem, Dündar Taşer, Önkuzu ailesi ve Dursun Önkuzu'yu canından çok seven bizler; kardeşleri, evlatları, talebeleri...

              Atsız'ın "Mustafa İsmet ve Kızıllar" makalesini anımsayalım. Atsız o makalede Süleyman Özmen ve Yusuf İmamoğlu gibi iki kahraman şehit Türkçüden de bahseder, ama konu hep döner, dolaşır ve Önkuzu'ya gelir. Büyük bir depremin enkazıdır o cümleler. Atsız, soğukkanlılığı elden bırakmamaya çalışmış ve yaşadığı o tarifsiz acıyı öfkeyle örtmeye çalışmıştır. Talebesi ve dostu Galip Erdem'i teskin etmeye çalışırken de soğukkanlı davranır, Önkuzu'yu tanıyan insanlara şehadet haberini verirken de. Belki Dursun ağabeyimizi bizzat tanımış olsaydı, onunla görüşmüş olsaydı bu kadar metin olamazdı. Bazen hiç görüşmemiş olmak daha iyi olabiliyor. O melek gibi masum, sevimli yüzü görüp de sakin kalabilmek çok zordur mutlaka.

             Gerçi ben de ağabeyimle birebir oturup konuşamadım yaşım nedeniyle. Ben doğduğumda o şehit olalı 20 yıl olmuştu. Ama o acı içimde biriken zehir gibi. Ömür boyu bununla yaşayacağım, biliyorum. Bir derdim var, bin dermana değişmem. Derdim benim bir parçam ve derdimden çok memnunum. Bazen dayanılmaz oluyor, ölmeyi diliyorum hatta. Ama sonra "Meleğim beni böyle görürse üzülür." deyip, sakinleşiyorum. Çocukken dövünerek ağladığım bir 23 Kasım günü annem şöyle demişti: "Dursun ağabeyini seviyorsan dizlerine ve göğsüne vurmadan ağla. Hıçkırdığını, bağırdığını mutlaka görüyordur. Üzülmesine dayanamayız, değil mi?" O üzülmesin diye yıllardır içime atıyorum, sessizce gözyaşı döküyorum. Bu beni rahatlatmıyor, ama kıyamam O'na.

            Çok üşüyorum, ama yanıyorum da. Tesellim şu ki, "Sensiz geçen 45 yıl" temalı hüzün dolu twitler atılıyor, sözlüklerde Dursun Önkuzu hakkında yazılar yazılıyor, birileri bir yerlerde sessizce gözyaşı döküyor. Yani unutulmuyor. Kimimiz Atsız gibi öfke nöbetleriyle acımızı dışa vuruyoruz, kimimiz Galip Erdem gibi ağlıyoruz. Ama aynı acı, aynı dert, aynı kahır...

           Samiye Oktay, Dursun ağabeyimizin kız kardeşi. Onun küçüğü Kadriye Şahin ve en küçüğü Zübeyde Uzun. Hepsi ağabeylerine layık kardeşler ve biz Türkçü gençlerin anneleri. Kız kardeşlerinin fotoğraflarına veya video görüntülerine baktıkça O'nu görüyorum. Sima olarak da ağabeylerine çok benziyorlar.Bir gün Samiye Hanım'ın elini öpme şerefine erişirsem, O yüze uzun uzun bakacağım. Dursun ağabeyim karşımdaymış gibi gelecek bana, biliyorum. Değerli büyüklerimden Yüksel Yiğit, yıllar önce sanıyorum Erciyes Kurultayı'nda Kadriye Hanım ile el sıkışırken tüylerinin diken diken olduğunu ve o heyecanla ayakta durmakta güçlük çektiğini anlatmıştı. Çok farklı bir duygudur mutlaka.

           Keşke O'nun sahip olduğu bir çöpe, belki elbisesinin ucundan alınmış bir ipliğe sahip olsam derim bazen. O'nun dokunduğu herhangi bir nesne benim olsa da, hasret gidersem. Fikirleriyle, dava adamlığıyla, yiğitliğiyle nam salmış bu kahraman, elbette etten ve kemikten ötesidir. Ama insan canından çok, her şeyden çok sevdiği insana fiziksel olarak da yakın olmak ister. O'na en çok toprağına yüzümü sürerek yakın olabileceğimi bilmek bana acı veriyor.

          Dursun Önkuzu hep 22 yaşında kalacak. Yaşasaydı 67 yaşında olacaktı. Ama ben O'na hep "ağabeyim" diyeceğim. Belki kız kardeşlerine imrendiğim için, belki ağabey özlemi çektiğim için. Ya da sessizce attığım çığlıkları duyabilen tek kişi O olduğu için...

         Yaşasaydı 23 Kasım için acı dolu cümleler kurmayacak, ağlamayacak ve cezasız kalan katillerine lanetler savurup, bağrımıza taş basmayacaktık. Onun yerine, 24 Kasım'da emekli öğretmen, fikir adamı ve yazar Ertuğrul Dursun Önkuzu'nun elini öpüp, O'nu çiçeklere, hediyelere gark edecektik. Yine sevgimizi göstermek için şiirler, yazılar yazacaktık ama yazılarımız turkuaz renkli olacaktı; matem karası değil.

          O bizden çalışmamızı, yükselmemizi, Türk milliyetçiliğini laf ebeliğiyle değil; ilimle, irfanla, sanatla ön plana çıkarmamızı isterdi. O da öyle yapmıştı. Hem mecmualarda yazılar yazmış, hem okuluna devam etmiş, hem de gençlere ücretsiz matematik ve fen kursları vermişti.

         Bize düşen; görevimizi yapmak. Ama yaptığımız her işte Dursun ağabeyimizi anmamız, O'na olan vefa ve minnet borcumuzu da ödememiz gerekiyor. Sadece Dursun ağabeyimize değil, Ruhi Kılıçkıran'dan Fırat Çakıroğlu'na kadar bütün şehitlerimize... Başta Önkuzu ailesi olmak üzere, bütün şehitlerimizin ve Yusufiyelilerin (zindanda çile çekmiş Türk milliyetçilerinin) ailelerine de borçluyuz. Onlara her konuda destek olmak, hiç olmazsa hal hatır sorup, hayır dualarını almak hepimizin görevi. Şehitlerimizden bize yadigar kalan o değerli insanların hepsinin önünde saygıyla ve şükranla eğiliyorum.

2 Kasım 2015 Pazartesi

"Farkhunda" Ekseninde Ortadoğu'da Kadına Bakış



        Farkhunda'nın farkında mısınız? Farkhunda (Ferhunde) cinayetini çoğumuz biliyoruz. Ferhunde Melikzade; 27 yaşında, öğretmen adayı bir Afgan kızıydı. Muska yazıp, insanların dini duygularını sömüren bir mollaya karşı çıkıp: "Böyle şeylerden medet ummanın İslam'da yeri yoktur." dediği için Kur'an-ı Kerim'e hakaret ettiği iftirasıyla sokak ortasında el birliğiyle katledilmişti. Arabayla çiğnendi, taşlandı ve yakıldı. Din adına işlenen bir kadın cinayetinin kurbanı olarak İslam coğrafyasında sembolleşti.

        Suudi Arabistan'ın Vahhabi rejimi de kadınlara ikinci ve hatta üçüncü sınıf insan muamelesi yapıyor. Mısır, Irak ve Suriye de çok farklı değil. Kadınlara diğer şeriat ülkelerinden daha geniş haklar tanıyan ve kadının sosyal, ekonomik ve siyasi hayatta aktif olduğu Şii devlet İran'da dahi kadınlar başlarını yarıdan da olsa örtmek durumundalar. Hz. Ali'nin ev içinde uyguladığı demokrasi, Hz. Fatıma'nın her konuda söz hakkına sahip oluşu, Hz. Ali'nin kızı Hz. Zeynep'e eğitim vermesi ve ona gösterdiği şefkat olmasaydı, o da olmayacaktı. Demokratik ve laik Azerbaycan'da bile; sigara içen, araba kullanan veya boşanmış bir kadınsanız "orospu" damgası sizi bekliyor. Türkiye de freni patlamış kamyon gibi bu baskıcı düzene doğru gidiyor. Bu topraklarda maalesef kadının adı yok.

       Yazının başında bahsettiğim Ferhunde gibi kaç tane kadın yitip gitti bu Ortadoğu çukurunda... Kadın sünneti adı altında sırf erkeğe daha çok zevk versin diye klitorisi çıkarılıp, vajinası daraltılan kaç kız feci şekilde can verdi. Kaç kız çocuğu, 70-80 yaşındaki ihtiyar adamların koynuna "kadın" diye sokuldu... Kaç kadın ekonomik özgürlüğünü elde edemediği için, kocasının işkencelerine boyun eğmek zorunda kaldı... Kaç kadın, erkeğe karşılık vermedi veya ayrılmak istedi diye tecavüze uğrayıp öldürüldü... Üstelik hemen her gün sokaklarda sözlü veya bakışla bile olsa cinsel tacize uğruyor olmamız da cabası...



       İslam coğrafyasının "update" edilmeye ve köklü bir reforma ihtiyacı var. Erkeklerin kadına saygılı olmaları, kadını cinsel obje veya köle olarak görmemeleri ve toplumsal huzur ve refahın sağlanması için iyi eğitilmeleri gerekiyor. "Sen erkeksin, sen yaparsın, aslansın, kaplansın" diye kendilerini üstinsan zannetmeleri yerine, kadınlarla eşit bireyler olduklarını öğrenmeleri gerek. Bu da ilk önce ailede ve okulda alacakları eğitimle mümkün olacak. Kız çocuklarına ise; yasaların bizlere verdiği hakları öğretmek ve ekonomik özgürlük kazanmanın önemini anlatmak gerekiyor. Toplumumuzda ve diğer İslam ülkelerinde "dinsizlik" zannedilen laikliğin elzem olduğunu ve bütün toplumların laikliği içselleştirmelerinin şart olduğunu görmekteyiz. İslam öncesi Türk toplumunda Tenngriciliğin tam anlamıyla yaşandığı dönemde mutlak kadın-erkek eşitliği hakimdi. Fakat Araplaşma ile birlikte, Türklüğe ait değerlerimizi birer birer kaybetmekteyiz.

      Çok yakınımız olmayan erkeklerden korkar hale geldiysek, sokağa çıkarken sürekli arkamıza bakıp "Acaba takip mi ediliyorum?" diye düşünüyorsak, bize aşık olunması gururumuzu okşamak yerine bizi tedirgin ediyorsa; babalarımız, abilerimiz ve güvendiğimiz erkek arkadaşlarımız dışında her XY kromozomlu insanı potansiyel tehlike olarak algılamaya başladıysak, erkeklerin şapkalarını önlerine koyup düşünmeleri gerekiyor. Feminist bir insan değilim, erkek düşmanlığım da yok. Fakat fiziksel veya psikolojik şiddete karşı her iki cinsin de savaş açması gerektiğini düşünüyorum.

      Kadınların farkındalığı ve erkeklerin desteğiyle, içinde yaşadığımız coğrafyayı kadınlar için güvenli hale getirebiliriz.








29 Ekim 2015 Perşembe

Söz Nakışı Meyxana

           Buta nakışı vardır güzeller güzeli Turanımızda. Türk kızlarının zarifliğini ve asaletini simgeler. Başımıza taktığımız araxçınlarda (fes gibi nakışlı başlık), yazmalarımızda, kıyafetlerimizde ve hatta kimi zaman kilimlerimizde deseni vardır. Sadece zarif ve güzel oluşumuzu değil; özlemimizi, yasımızı, sevgimizi de anlatır.



            İşte, tıpkı Buta gibi bir nakışımız daha var. O da çoğunlukla erkeklerimizin icra ettiği, kadınların da katkıda bulunduğu aşıklık geleneği gibi Türk edebiyatının nakışı: Meyxana.

             Azerbaycan, Türk edebiyatının merkezi diyebileceğimiz konumda. Fuzuli, Nizami Gencevi, Şah İsmail Hatayi, Mirza Alekber Sabir gibi edebiyatımızın incilerini yetiştirmiş memleket. Meyxana sanatı da Bakü'nün Maştağa kasabasında ortaya çıkmış, doğaçlama sözlü şiir geleneği. 20. yüzyılın başlarında sokaklarda,kahvehanelerde, evlerde ve hatta zindanlarda icra edilmeye başlanmış. Aslında Rus baskılarına karşı Türkçe ve Türk edebiyatını diri tutmak ve halkın yüreğindeki intizarı anlatmak için ortaya çıkmış. Binlerce yıllık aşıklık geleneğinin son ve yenilikçi halkası.



             Aliağa Vahid adlı Azerbaycan Türkü gazelhanın katkılarıyla gelişen bu sanatta hece ölçüsü kadar, aruz ölçüsü de önemlidir. Bir meyxana şairi, aruz vezninde açılan bir kafiyede saniyeler içinde söz söyleyebildiğinde üstad olma becerisine erişmiş sayılır. Artık o kişi "şair" olmuştur. Bu bana mucizevi gelse de, 12 yaşındayken ilk gazelini yazan aziz kardeşim Cahangeşt Ələkbərli'nin aruz kafiyede saniyeler içinde dörtlük söylediğini bildiğim için, artık mümkün görmekteyim. Cahangeşt 12 Ağustos 1992 doğumlu olup, şu an 23 yaşındadır. Aslan burcudur. Üstad denecek seviyeye gelmesine az kaldı. . Cahangeşt Türkiye sevdalısı, vatanperver bir gençtir. Kerbelayi ve Meşhedidir. Üstadı Rəşad Dağlı (Soyadı Əmirov), 16 yaşındayken Azerbaycan'ın ünlü meyxanacılarından Aqşin Fatəh'e cevap yetiştiriyordu Rəşad Dağlı da vatansever, milliyetçi, Türkiye aşığı ve Sovyet düşmanı bir şairdir. 21 Nisan 1984 doğumludur. Boğa burcudur. İşgal altındaki Revan, Gökçe, Zengezur gibi Türk toprakları için, Aydın Xırdalanlı ile karşılıklı söylediği sözler, halkta milliyetçiliği şahlandırmıştır.

CAHANGEŞT VE ÜSTADI REŞAD DAĞLI

            Azerbaycan'ın yetiştirdiği ve benim hayranı olduğum, örnek aldığım büyük insan Elşən Xəzər'den (Soyadı Qürbətov - Gurbetoğlu) bahsetmemek olmaz. 29 Mart 1972 doğumludur. Koç burcudur. Üstadı Məhman Əhmədli gibi Türk milliyetçisidir. Turancıdır. En büyük hayali olan Türk birliğini, talebesi Vasif Əzimov'a da aşılamıştır. Elşən Xəzər, Azerbaycan'ın Celilabad şehrinden, Vasif Əzimov ise Oğuz şehrindendir. O da yanlış hatırlamıyorsam 23 Temmuz 1986 doğumluydu. Aslan burcu. Bakülü olmadıkları halde çok iyi derecede Bakü ağzı konuşurlar. Bilinçli ve ideolojik anlamda Türk milliyetçisidirler.  Elşən Xəzər, ordu ve asker sevgisini her fırsatta dile getirir ve Azerbaycan Silahlı Kuvvetleri'nin Türk Silahlı Kuvvetleri gibi çok güçlü ve başarılı olacağına inanmaktadır. Bu dileğinin gerçekleşmesini canı gönülden diliyoruz. Elşən Xəzər, diğer meyxanacılar gibi dindar bir Şii Müslümandır. Yazdığı Ehli Beyt temalı dini gazelleri de halk tarafından çok beğenilmektedir.

VASİF VE ÜSTADI ELŞEN XEZER

              Vüqar Biləcəri (Soyadı Paşayev) Bakü'nün Bileceri kasabasındandır. Bu kasaba çoğunlukla Güney Azerbaycan Türklerinden oluşmaktadır. Vüqar 14 Eylül 1989 doğumludur. Başak burcudur. Tiyatro bölümünü bitirdiği için, tiyatro oyunlarında meyxana sanatını icra ederek halkın beğenisini kazanmıştır. "Güller Açıldı" redifli gazeliyle Farsları ve Arapları dahi kendine hayran bırakmış ve edebiyatıyla övünen bu milletleri Hz. Muhammed için söylenecek en güzel sözleri ancak Türklerin söyleyebileceğini göstererek, tabiri caizse yere sermiştir. Ehli Beyt aşığıdır ve Kerbelayidir. Türk milliyetçisidir ve Türkiye'yi çok sevmektedir. Vüqar Yasamal (soyadı Şiriyev) 18 Temmuz 1980 doğumludur. Yengeç burcudur. Aslen Leriklidir. 2004 yılında Vüqar Bileceri'yi meyxana yarışmasında yenerek birinci olmuştur. Çok sevimli, hoşsohbet, cana yakın bir insandır. Türkiye'ye duyduğu sevgiyi oldukça komik ve eğlenceli bir tarzda dile getirir. Pərviz Bülbülə 1 Nisan 1985 Bakü doğumludur. Koç burcudur. Sempatik tavırları ve hazırcevaplığıyla ünlüdür. Azerbaycan'ın sorunlarını mizahi bir dille anlatır. Muzipliği ve mimiklerini etkili biçimde kullanması sayesinde geniş bir kitleye hitap etmektedir. Ermeniler ve Ruslar konusunda sert bir üslup kullanır.
VÜQAR BİLECERİ VE PERVİZ BÜLBÜLE
               Daha çok sayıda değerli meyxana sanatkarımız olsa da, Azerbaycan'ın en iyilerinden bahsettik. Meyxana sanatkarları; halkın sevgi ve teveccühü karşısında tevazuyla eğilen, kendini beğenmişlik ve kibirden uzak duran, ülkenin ve milletimizin sorunlarına bazen acıklı, bazen mizahi bir üslupla değinen, dilimizi etkili bir biçimde kullanarak Türk devletleri ve yabancı ülkelerde dilimizin zenginliğini dahice şiirleriyle gösteren insanlardır. Milli ruhu uyandırmada, kendilerine büyük görevler düştüğünün farkındadırlar.

              Çok değil, 25 yıl önce televizyonlarda ve radyolarda Rus işgali ve bunun getirdiği asimilasyon politikası nedeniyle meyxana sanatının yayımlanması yasak iken, artık Azerbaycan'ın özgür bir ülke olması sayesinde artık her yerde serbestçe meyxana dinlenebiliyor. Bu sanatı korumak ve yaşatmak için ağır bedeller ödeyen üstadlarımızı rahmetle anıyoruz. 

              Meyxana sanatının bir gün Revan'da, Tebriz'de, Kırım'da, Kerkük'te, Batı Trakya'da, Doğu Türkistan'da ve şimdilik işgal altındaki bütün yurtlarımızda Türk bayraklarının gölgesinde icra edileceği bir güne ulaşmak dileğiyle... 

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Çingiz Mustafayev - Basın Şehidimiz / Milli Kahramanımız


            Azerbaycan Türkü aktivist, gençlik hareketi önderi, gazeteci ve aynı zamanda tıp doktoru Çingiz Mustafayev'in hayatından bahsetmeyi düşünüyordum. Kısmet bugüneymiş. Dava arkadaşımız olması hasebiyle de önem arz eden kahramanımız, aslen Azerbaycan'ın Şeki şehrindendir. Şeki; Azerbaycan'da Türk ırkından olan nüfusun en yoğun şekilde yaşadığı, pek etnik döküntünün bulunmadığı temiz Türk şehirlerinden biridir.

                 
Çingiz MUSTAFAYEV 5 yaşında

            Çingiz Mustafayev; babasının subay olarak görev yaptığı yerde; tarihimizde Altın Orda toprağı olan ve ne yazık ki Rus işgali altında bulunan Astrahan'da 29 Ağustos 1960'da dünyaya gelmiştir. Adının Çingiz olmasının mahiyeti buradan anlaşılmaktadır ve tesadüf değildir. Cengiz Han'ın oğlu Cuci'nin soyunun Toka Temür uruğu tarafından kurulan Astrahan (Ejderhan) Hanlığı, Tatar ve Nogay Türklerinin devletidir. Her ne kadar mecburen Sovyet subayı olsa da, Türk kanı taşıyan babası Fuad Mustafayev, oğluna bu nedenle bu manidar adı vermiş olsa gerek. Çingiz'in annesi Nakış Mustafayeva'yı da unutmadan rahmetle analım.

                         
(Solda) "Özge Ömür" adlı Azerbaycan filmi için ajansa verdiği fotoğraf.
 (Sağda) Genç doktor adayı Çingiz, 1980 yılında enstitüde öğrenci iken.    
            Çingiz 4 yaşındayken Bakü'ye dönüp yerleştikleri için, Çingiz ilk ve orta öğrenimini Bakü'nün Yasamal ilçesinde tamamlamıştır. Daha sonra 1977 yılında Azerbaycan Tıp Enstitüsü'nü kazanmış ve mezun olduktan sonra bir süreliğine Moskova'da doktor olarak çalışmıştır. Çingiz'i birebir tanıyanlar, müziğe meraklı olduğunu ve Moskova'da DJ'lik yaptığını anlatırlar. Hatta rap türünde şarkı yapan ilk Azerbaycanlıdır. "Dünənki Keçdi (Dünkü Geçti)"adlı şarkısında günlük hayatını anlatmıştır. Eğlence mekanlarında, diskolarda eğlenmeyi seven, uçarı bir insan olsa da, 1985 yılında Azerbaycan'ın bağımsızlık mücadelesine hazırlık için tekrar Bakü'ye dönüp, "Cengi" (Savaşçı) adlı Türkçü gençlik örgütünü kurmuştur. Bu süre zarfında, Azerbaycan'ın en büyük Türkçü liderlerinden ve tarihçilerinden biri olan Ebülfez Elçibey'den büyük destek görmüştür. Çingiz'in kurduğu teşkilat, Türk gençlerine hürriyet ve Türkçülük fikirlerini aşılamanın yanı sıra, Sovyet işgaline karşı mücadeleye, ihtilale ve tam bağımsızlık için savaşa çağırıyordu. Gerek mecmualar, gerek seminerler sayesinde Türk olduğu hatırlatılan halk, 1990 yılında isyan edip, 20 Ocak Soykırımı'na kurban gitse de, daha güçlü bir biçimde ayaklanıp Azerbaycan Cumhuriyeti'ni kurmuştur. Diyebiliriz ki, Rus tanklarının çiğnediği ve ölüm yağdırdığı Azerbaycan'ın kurtuluşunda Çingiz Mustafayev'in rolü büyüktür.

       

        20 Ocak Soykırımı'nın görüntülerini çekip, bütün dünyaya Rus vahşetinin boyutunu göstermesinin yanı sıra, Azerbaycan'ın ilk özel tv kanalı ANS Tv'nin temellerini atmış ve 2 yıl sonra 26 Şubat 1992'de gerçekleşecek olan, Hocalı Soykırımı'nın tüyler ürperten görüntülerini içeren programlar yapmıştır. Çingiz Mustafayev, savaş muhabiri olmanın ötesinde savaşçı muhabirdir. Bir elinde tüfeği, diğer elinde kamerasıyla gezerek, Karabağ halkına seferberlik çağrısı yapmıştır. Laçın ve Ağdam şehirlerinin Ermenilere ve Ruslara karşı savunmasında cephede ön saflarda savaşmış ve komutanlık yapmıştır. Qubadlı (Kubatlı) şehrinde savaş çağrısı yaptığı halkın, savaştan kaçarak hainlik yapması üzerine öfke ve kinle haykırdığı videosu, her Türk'ü gururlandıracak niteliktedir. "Qubadlıyacan qışqıra-qışqıra gətdim, bir dənə binamus qayıtmadı! A balam, niyə demirsiz qorxuram? Hamınız qorxaqsız, arvadsız!" (Kubatlı'ya kadar bağıra bağıra gittim, bir tane namussuz geri dönmedi! Niye korkuyorum demiyorsunuz? Hepiniz korkaksınız, avratsınız!) Ne yazık ki, Laçın şehrinde de savaştan kaçanları görüp, küfürler yağdırarak hainleri lanetlemiştir. Laçınlı bir çobanın "Mən qoyunlarımı qoyub gədim? Silahım da yoxdu. Qoyunlarımı yolda buraxıb gədim bir yerə?" gibi iğrenç ve gülünç cevabına karşılık silah vermeyi teklif etmiş, fakat çoban yine koyunlarını vatan toprağından üstün tutmuştur ne yazık ki. Belirtmekte fayda var, Laçın ahalisinin çoğu kürddür. Kubatlı'daki hainler de mutlaka etnik döküntüdürler. Çingiz o an için kahrolsa da, eminim Türk olmadıkları için kaçtıklarını anlamıştır.

             
Çingiz HOCALI'da Soykırıma uğrayan ırkdaşlarımızı görüntülerken... 

               Bütün bu acı olayların üzerine bir de Hocalı'da katledilen Türk çocuklarının içler acısı hallerine tanık olunca, düşmanların ve hainlerin karşısında aslan gibi kükreyen Çingiz, Bakü'de bıraktığı 9 aylık bebeği Fuad'ı da hatırlamış olacak ki, artık daha fazla dayanamayarak çocukların cansız bedenlerini kucaklayıp hıçkıra hıçkıra, yana yana ağlamış ve isyan etmiştir. Videosunu izlediğim o anı hatırlamak dahi istemiyorum. Çingiz'in hıçkırıkları kulağımda yankılanıyor. Uzun süre güçlü ve dimdik dursa da, vatan toprağının kurtarılamaması nedeniyle ağır bir bunalım geçirmiş ve şehit olana dek, tahammül sınırlarını sonuna kadar zorlamıştır. 

Çingiz MUSTAFAYEV Karabağ''da Hankendi şehrinin
Kerkicahan köyünde cephedeyken. Yıl: 1991

             Çingiz Mustafayev'in şehit oluşundaki sır perdesi de aralanmış değildir. 15 Haziran 1992'de Hocalı'nın Nahçıvanlı kasabasında kimilerine göre vatan hainleri tarafından cephede infaz edilmiş, kimilerine göre Ermenilerin açtığı ateş sonucu uçmağa varmıştır. Şehit olduğu anda da kamerası açık olduğundan, vurulması net bir biçimde görülmektedir. Son sözü "öldüm" olmuştur. Kimlerin şehit ettiğini yalnız Tanrı biliyor, ama hepimiz şahidiz ki o Türk ırkına hizmet etmiş bir kahramandır.

1991 yılında, dönemin Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanı Turgut Özal ile röportaj
yapan Çingiz'in mutluluğu yüzünden okunuyor. A şahsı, B şahsı değil, Türkiye önemli onun için.
Çingiz MUSTAFAYEV ve kadim dostu Rasim İMANOV. İmanov,
Çingiz'in anısına bestelediği ağıt ile tanınmıştır.