6 Aralık 2016 Salı

Üç Ayak Bir Şafak: Bir Sitemin Öyküsü

                                     

                        Her okunduğunda tüyleri diken diken eden, Türk milliyetçileri için bir haykırış iken diğerleri için hiçbir anlam ifade etmeyen o şiir: Üç Ayak Bir Şafak.  Türk milliyetçiliğinin sembolizmine her şarkısında yeni bir boyut katan Osman Öztunç, beyin yakan bu şiiri besteleyerek hepimize çok büyük bir hizmette bulunmuştur. Bilenler bilir, o aslan gibi kükreyen sesiyle ve her mısrasında yalnızca bizlerin anladığı o travmatik şiirleriyle "Ahmet Kaya'nın ülkücü versiyonu" diye adlandırılsa da, esasen çok farklı olduğu ve Osman ağabeyimize büyük haksızlık yapıldığı görülecektir. Osman Öztunç'un "Susmam Ben" adlı albümünde yer alan bu şiirden bahsedelim.

                      Lise öğrencisiyken Susmam Ben adlı albümü dinlediğim ilk günü asla unutmayacağım. 2006 yılıydı. Kasetin B yüzünde bulunan bu nadide eserin ilk önce sözlerini okudum. Elbette pek bir şey anlamadım. "Yırtılan nazlı bayrak, gözüme bağlı mendil" ve "Bir kızıl elmaydım, çürüdüm. Halden hale geze geze" dizeleri dışında Türk milliyetçiliğine dair hiçbir emare yoktu. Rastgele, dadaist bir anlayışla yazılmış olsa gerekti. Bazı şeyleri anlamak için olgunlaşmak gerekiyordu. Fakat tüyler ürpertici bir feryat, derin bir travma ve tam bir cinnet hali hakimdi bu şarkıda. Yıllar geçince rastgele olmadığını anladım.

                         "Kahpe kayışında bileniyor bıçak,
                          Üç ayak bir şafak.
                          Celep örfü ahkam olmuş
                          Babam kasap vezir,
                          El oğluna bayram olmuş
                          Kuzular sağ enir.
                          Üç ayak bir şafak."


                   Üç ayak vardı, üç ayak. Öyle bir üç ayak ki, dokuz karanfil onda son nefesini vermişti. Bir şafak vakti... El oğlu bayram eder tabii. Kuzular yağlı urganlara asılıyorlardı. Darağacını selamlayan, gülümseyerek "Türk milliyetçiliği yaşayacak" diyerek idam sehpasına çıkan o bedenleşmiş inancı anlatıyordu. O zamanlar içgüdüsel olarak en acı kısmının şu olduğuna kanaat getirmiştim:

                           "Ahd etmiş babam, beni boğazlayacak
                            Topal tahterevalli hak
                            Fidyeler takas olmuş,
                            Binilen dala iner nacak,
                            İntihar kısas olmuş."

                      Nasıl bir ruh hali bu dizeleri yazdırabilir? Zeka sıçraması ve biriken acılar nelere kadir. Babası tarafından boğazlanan bir nesil vardı ve baba evlatlarını acımasızca öğütüyordu. Babamız baki kalsın diye kızıllarla mücadele ederken, babamızın bizleri yağlı urgana layık görmesi... Babamız öyle uygun görmüş, ne çare...

                                 "Birkaç sefil
                                  Gözde nesil
                                  Yırtılan nazlı bayrak
                                  Gözüme bağlı mendil.
                                  Ben kırk kere İsmail
                                  Babam bir kere İbrahim değil.
                                   Babam asil
                                   Babam adil,
                                   Babam katil!"

                       Hasan Sağındık diyor ya, "Kendimden gayrıya bel bağlayamam; her yerde Özmen'im, hep Süleyman'ım!" Bu isyan değildir asla! Evladın babasına sitemi olabilir ancak. Bir baba evladına nasıl kıyar diye düşünürdüm, bazen kıyabiliyormuş. Düşmanına değil de, sadık yavrusuna.

                       Türkiye Cumhuriyeti baki kalsın yeter ki. "İpse de kaderimiz. yüzülse de derimiz, asla vazgeçmeyeceğiz!" diyen insanların halefleri olabilmek için çabalıyoruz. Biz babamıza hürmetsizlik etmeyiz çünkü. Lütfu da hoş, kahrı da. Ama keşke baba şefkatinden nasiplenebilseydik. Babamız bizi bağrına bassaydı da, köpeklere yem etmeseydi keşke. Bizi bunu hiç haketmedik.

                            "Sarışın değilmişim
                              Kara kaş, kara göz yasak.
                              Has anadan gelmişim,
                              Öz ocağımda öz yasak!"

                       O zamanlar sarışın olmak ayrıcalıktı tabii. Kimi sarışın Coni'lere, kimi yine sarışın Boris'lere uşaklık ediyordu. Amerikalı ve Rus kıskacı arasında bir o yana bir bu yana savrulan yeşil ve kızıl komünistlere karşı, gök tuğlu bir nesil direniyordu. Öz ocağımızda öz yasaktı. Nazlı bayrak yırtılıyor, göze mendil bağlanıyor ve çakallar gözü bağlı, ayakları bağlı kurtları parçalıyordu. Kurtarılmış(!) bölgelere orak  çekiç paçavraları asılıyordu. Türk olmak, Türkçü olmak yasaktı. Gerçi değişen bir şey olmadı, hala yasak.

                               "Yaşımdan bir çağ yürüdüm,
                                 Gece susadı gündüze,
                                 Bir kızıl elmaydım, çürüdüm
                                 Halden hale geze geze.

                                 Onlar ki sığmadılar hiçbir şeye,
                                 Onlar ki herkesten yeğimdeler.
                                 Hiçbir şeye sığmadılar diye
                                 Benim geçimsiz yüreğimdeler.


                       Öyle zehir zemberek bir şiir ki bu, sayesinde canımdan çok sevdiğim insanların acılarıyla bir kez daha ama bu kez en keskin şekilde yüzleştim. Zaten canımdan çok sevmemin sebebi tam da buydu. Onlar her türlü çileyi ihsan sayıyorlardı. 16 yaşında cezaevine giren Doğu Türkistanlı Velican Oduncu. Çinli zindana atsa öyle yanmazdı belki. Ama onun için Türk milliyetçiliği için çekilen kahır kutsaldı. Ne gerekçeyle olursa olsun. İki minik kızına, idam edilmeden önce veda eden ve hiçbir şey anlatmadan gülerek hatıra fotoğrafı çektiren Ali Bülent Orkan... İnfaz edildikleri an vücutları kıbleye dönük şekilde huzur içinde gülümsedikleri için imamı vicdan azabına gark edip: "Yemin ederim erendi onlar, o çocukların bir suçu yoktu!" dedirten Selçuk Duracık ve Halil Esendağ... Daha niceleri düzenin çarklarında öğütüldü. Tek suçları Türk milliyetçisi olmaktı.

                       Rahmetli Ömer Lütfi Mete, kırgın yazmış bu satırları. Atsız'ın vefatından sonra yazılmış olmasına çok üzülüyorum. Serbest vezinde her sözcüğe bir imge yükleme sanatını Üç Ayak Bir Şafak'ı örnek göstererek anlatıp İkinci Yeniciler, Nazım Hikmetoff ve onunla aynı zihniyettekilerin, bolca laf kalabalığı içeren ve doğru düzgün bir şey anlatmayan anlayışını eleştirirdi. Atsız sarkazmı ile Ömer Lütfi Mete deliliği aynı yazıda toplansaydı, müthiş bir deha örneği olurdu. Haset ve akıl kıtlığından muzdarip kızıl komünistler, Ruh Adam gibi eşi benzeri olmayan bir şaheserin kıskançlığıyla yanıp kavrulurken, bu da tuz biber olurdu sanıyorum.

                      Geçmişi her fırsatta hatırlatan, popüler olanı pompalamayan, aralarında ayrım yapmaksızın beş bin şehidimizin aziz hatırasını yaşatan dava arkadaşlarımızın, ağabeylerimizin fikirlerinden yararlanmalıyız. Üç Ayak Bir Şafak bu anlamda çarpıcı bir örnektir. Ömer Lütfi Mete'yi şükranla anıyorum.

                     Şimdi, tam şu an sokaklarda, gece vakti ayazda avaz avaz haykırarak koşmak, ciğerlerim yırtılırcasına ağlamak istiyorum. Bu yoğun duyguları yaşatan Osman Öztunç'un bestesi ve yorumudur kesinlikle. İçimde hep kalan kağıt kesiği gibi sızı, bu görkemli sembolizmin etkisiyle derinleşip, çıldırtan bir hal alıyor. Cinnet o kadar da imkansız bir şey değil.

                       Bazı yaraların ilacı yoktur. Zaman bazı şeylere derman olabilir, ama buna asla. Acınızı sevin, inancınızı diri tutan bu acı olacaktır. Şehitlerimizi minnetle ve şükranla anıyorum.

                     

                   Not: Desteğinden dolayı dostum Ömer Sencer Yuvacı'ya sonsuz teşekkürler.