27 Kasım 2017 Pazartesi

Bir Sancının Öyküsü

                  "Travmalar yaradır ve sen yaralısın." (Shutter Island filminden)

                  Hiç görmediğiniz birini deli gibi sevdiniz mi? Onu özlediniz mi? O mutlu olsun ve sizinle gurur duysun diye yaptığınız her şeyi yüreğinizde ona ithaf ettiniz mi? Hayır, bahsettiğim kişi hayali bir karakter değil. Ben bir şehitten, bir erenden söz ediyorum. O ve onunla aynı dava uğruna can vermiş beş bin kişi benim nefesim, her şeyim. O ülkü devlerinden biri ise artık sembol bir isim. Abideleşmiş bir insan: Ertuğrul Dursun Önkuzu.

                  Bazen rüyamda görüyorum onu. Gülümsüyor. Sarılıyorum ona, saçlarımı okşuyor. "Ağabey, seni çok seviyorum. Çok özlüyorum. Şuram yanıyor. Beni ancak sen anlarsın. Sen benim her şeyimsin..." diyorum. Gülümsemeye devam ediyor ama tek kelime etmiyor. Muzipçe ve biraz da utangaç bir tavırla gülümsüyor. "Yalvarırım konuş, bir şey söyle. Sesini duyayım bir kez, ne olur!" diyorum. Konuşmuyor, sarılıyor sadece. Başımı göğsüne gömüyorum. En azından doya doya bağrıma basayım diye öylece kalıyorum. Kareli, kanlı ceketini farkediyorum. Süleyman Özmen'i vurulduğunda sırtında taşırken sızan kan...  Sıçrayarak uyanıyorum. O üzülmesin diye hıçkırmadan, sessizce ağlıyorum.

                 Kaç kere adını sayıkladım bilmem. Ateşli hastalık geçirdiğim her zaman "Dursun ağabey" dediğimi söylüyor annem. Bir kez antibiyotikten zehirlenip ölümden döndüğümde hastanede yarı baygın yatarken doktora sürekli adını söyleyince, doktor aileme "Sürekli Dursun diyor, bir yakınınızsa çağırın gelsin" demiş. Ne acı. Bunun temelinde yatan bir şeyler var elbette. Birini can derdine düştüğün en zor anında hatırlamak kolay değil.

               Her şey 2000 yılında başladı. Ben 9 yaşındaydım. Mustafa Yıldızdoğan'ın Türkiyem albümünü walkmanimde dinliyordum. Kasetteki son şarkının adı Önkuzu idi. Bir anlam veremedim. Hiç unutmuyorum, mutfakta yemek yapmakta olan annemin yanına gittim ve ne olduysa o an oldu.

                   - Anne, Önkuzu ne demek?     
              Annemin rengi benzi bembeyaz oldu. Böyle bir soruyu hiç beklemiyordu.

                   - Sen kimden duydun Önkuzu'yu?
                   - Mustafa Yıldızdoğan'ın şarkısı var. Ne anlama geliyor?
                   - Ben sana ülkücülükten, Dokuz Işık'tan falan bahsetmiştim hani. Neden Türk milliyetçisi olduğumuzu, 1944 Turancılık davasını, Türkeş'in sürgün edilmesi ve On Dörtler meselesi... İşte bu da yine ülkücülükle ilgili. Dursun Önkuzu ülkücü bir öğrenciydi. Komünistler, yani Rus ve Çin destekli kişiler onu şehit ettiler. Sana bunu birkaç yıl sonra anlatacaktım.
                   - Nasıl şehit olmuş peki? Vurmuşlar mı?
                   - Bu konuda şimdilik daha fazla bir şey sorma. Henüz çok küçüksün. Ama çok da meraklısın. Lütfen kızım, bu konuyu irdeleme şimdilik. Kimseye sorma, öğrenmeye çalışma. Vakti gelince her şeyi anlatacağım. Çok ağır gelir şu an.

              Kafamda bir sürü soru işaretiyle odama gittim ve bu konuyu daha fazla deşmedim. 2 yıl sonra 2002'de Mustafa Yıldızdoğan katıldığı bir tv programında Emine Işınsu'nun Sancı romanından bahsetti. Annem çok heyecanlanmıştı. Bekarken okuduğu ve kaybettiği romanı tekrar hatırlamıştı.

                    - Evet, Sancı! Henüz babanı tanımıyordum bile. Bu romanı okuduktan sonra aylarca kendime gelememiştim. Eğer bulursam sana okutacağım.

              Beynimde o an şimşek çaktı. Annem birden yüzleşmemem için ciğerlerine hava basılmasını anlatmak zorunda kalmıştı ama anlatmadığı her şeyi o roman sayesinde öğrenecektim. Cumhuriyet Üniversitesi İlköğretim Okulu'nda okuduğum için servisle gidip geliyordum. Bir gün servisten indim ve okula girmeden otobüs durağına gittim. Merkeze inip ne pahasına olursa olsun Sancı'yı bulacaktım. Annem ve babam beni okulda biliyorlardı. Bu durum günlerce devam etti. Şehri karış karış gezdim ama bir türlü bulamadım. Yine Sancı'yı aradığım bir cuma günü artık umudumu kaybetmiş, kaldırıma çökmüş hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. O esnada sevgili babam cuma namazından çıkmış, Atatürk Caddesi'nde yürüyordu. Beni görünce telâşlandı ve tabii ki sorgu başladı. "Kızım noldu? Senin bu saatte okulda olman gerekmiyor mu?" dedi haklı olarak. "Sancı'yı bulamıyorum" diye yana yana ağlıyordum. Şımarıkça zırlamak hiç adetim değildi. Babam durumun ciddiyetinin farkındaydı. Ülkücü kitapçı arkadaşına (Vilayet Kitabevi) götürdü. Kadir amca: "11 yaşında kız çocuğu için çok ağır kitap. Baskısı yeniden yapılacak. Ötüken Neşriyat ile konuşurum. Bu arada siz ocağa da bakın. Belki bulunur. Ama Dilara'ya Atsız'ın Deli Kurt romanını verebilirim." dedi. Babam onu çoktan okuduğumu söyleyince Kadir amca şaşırdı. "Yavrum şimdikiler ülkücü şehitlerin adını bilmiyor, sen bir roman için deli gibi geziyorsun." diye güldü ve bulacağına söz verdi.

             Ocağa gitme serüvenimi daha önce anlatmıştım. Her şey Sancı uğruna başladı. Sancı, Sancı diye yana döne ararken bunun ömürlük bir sancı olacağını, hiç geçmeyeceğini, hatta her geçen gün daha da dayanılmaz olacağını seziyordum. Bir seçim yapmam gerekiyordu. 11 yaşında ip atlayıp, seksek oynayacağım çağda çok ağır bir yükün altına girmeye hazırlanıyordum. Annem çok net konuştu:

               - Bak kızım, vatanını ve milletini sevmek en birinci görevin. Ama ben seni hiçbir şeye zorlamıyorum. Ülkücü olma konusunda kararlıysan mutluluk, ikbal, mevki, makam bekleme. Tam tersi bu yolda çile var. Hayattan şimdiki nesil gibi zevk almayı, boyalı cilalı bir yaşamı seçersen yolumuz ayrı olur ama seni annen olarak bazı konularda dizginlerim, takip ederim. Yok, hayatına kutsal bir anlam katmak istersen o zaman hem annen hem ülküdaşın olurum. Belki yalnız olacaksın, kimse seni anlamayacak. Yaşıtlarınla çatışacaksın, yapayalnız kalacaksın ama herkesin gıpta ile baktığı bir Türk kızı olacaksın. Seçim senin...

             Ben kararımı çoktan vermiştim. Hayatta en çok ülkücü şehitleri sevdiğim için annem ve babam dahi ikinci planda kalacaktı. "Aman ailem ne der, babam keser, annem asar" kafasında bir insan olmadım. Oldukça serbest bir ailede yetiştim ama Türk töresinden taviz vermedim. Bu iki seçeneği sunan annem de kızıyla daima gurur duyacaktı.

             Sancı'yı bulmak için ocağa gittiğimizde dünya tatlısı insanlarla tanıştım fakat tahmin edemeyeceğim kadar çarpıcı ve acı bir şey oldu. Çağrı ve Yakup ağabeylerim "Destanlaşan Ülkücü Hareket" adlı belgesel CD'sini armağan etmişlerdi. O dönemde yeni edindiğim ve halihazırda 15 yıldan fazladır kardeşleri olduğum ağabeylerimle izlemek istedim. Küçük bir cimcimeyi kırmadılar elbette. Belgesel ilk şehit Ruhi Kılıçkıran ile başladı. Süleyman Özmen, Yusuf İmamoğlu... Ve nihayet Önkuzu. Kalbim yerinden fırlayacak gibi çarpıyordu. Çocukluğu anlatıldı, bir lâhza sonra... Yazarken ellerim titriyor. Şehit olduktan sonraki hali belirdi. Acı bir çığlık kopardım mı onu hatırlamıyorum ama donup kalmıştım. Utanarak söylüyorum ama çok korkmuştum. İşkencelerin onu ne hale getirdiğini gördüm. 11 yaşındaydım, çocuktum. Ağabeylerimden biri kalbini tuttu, fenalaştı. Ağlayanlar vardı. Annemin yüzü bembeyazdı. Osman ağabeyim masayı yumruklayarak feryat ediyordu. Her şeyi görüp duyuyor ama tepki veremiyordum. Ruhum çekilip alınmış gibiydi. Yetişkinlerin bile dayanamayacağı bir görüntüydü. Dursun Önkuzu'nun yüzünde dehşet ve acı ifadesi, dişleri kırılmış, ağzı kanlı, göz kapakları şiş, vücudu incecik kalmış, can havliyle kendini çok sıktığı belli ve çaresizdi... Aklıma geldikçe delirecek gibi oluyorum. Ağlayabilenler rahatladılar biraz. Ben öylece kalakaldım. Keşke biri o an tokat atsaydı ya da ne bileyim... İçimdeki zehiri o an akıtabilseydim bu travmayı atlatabilirdim belki. Bana su içirdiler. Çağrı ağabeyim saçlarımı okşayarak teskin etmeye çalıştı. Annemin dudakları titriyordu ama kendini bırakmadı. Eve giderken "Melek oldu o, artık acı çekmiyor inan bana." dedi ama içimin acısını geçirebilir miydi?

               "Dursun ağabeyimin melek olması benim acımı dindirmiyor! Hepiniz hayata geri döndünüz, ben orada öldüm! Yürüyen bir cesetten farkım yok benim!" diye yıllarca içimden haykırdım. Osman ağabeyim de o travmanın izlerini hala taşıyor. Acılar insanı kamçılarsa faydalıdır. O sıralar üniversitede okuyan Osman ağabeyim (şu an 34 yaşında) akademisyen oldu. Ben de aynı yolda ilerliyorum. Yıllar sonra o korkunç günü yâd edince birbirimize itiraf ettik. O gün Dursun ağabeyimize söz vermiş, gelebildiğimiz en iyi yere geleceğimize yemin etmiştik.

                  **********

              Sabiha Gökçen Havaalanı'na inen Revan-İstanbul uçağından aceleci bir tavırla genç bir kız indi. Telaşla saatine baktı ve koşarak hemen oradan ayrılması gerektiğine karar verdi. 24 Kasım için emekli öğretmenlerin kutlama yemeği vardı ve oraya yetişmesi gerekiyordu. Derhal taksi tuttu ve bir otelin adını söyledi. Otele girdiğinde resepsiyon görevlisine, nefes nefese kalmış bir halde şöyle dedi:

              - Emekli öğretmen Ertuğrul Dursun Önkuzu ile görüşmek istiyorum. Revan'dan geldim. Kendisiyle görüşmem mümkün mü?
              - Dursun Bey lobide oturuyorlar. Yanına gidebilirsiniz.

              Genç kız heyecandan titreyerek yürüdü. Kır saçlı, karizmatik ve babacan bir adam gördü. Gözlüğünü takmış, gazetesini okumakta olan bu beyefendi Dursun Önkuzu olmalıydı. Gözleri doldu. Deli divane hayranı olduğu yazar ve fikir adamı Dursun Önkuzu karşısındaydı.

              - Efendim merhaba, Ertuğrul Dursun Önkuzu sizsiniz değil mi? Bendeniz Dilara Altaş. Revan'da Hüsəynqulu Xan Üniversitesi'nde akademisyenim. Sizinle görüşmek en büyük hayalimdi.
             - Hoş geldiniz küçük hanım, çok memnun oldum. Lütfen buyrun, oturun. Aç iseniz yemek de yiyebiliriz.
            - Şu an çok heyecanlıyım. Yemek yiyebilecek durumda değilim efendim.
            - Aman efendim mahcup ediyorsunuz. Birazdan kız kardeşim Samiye Hanım ve eşi Osman Bey de burada olurlar. Sıcak bir aile ortamında yemek yeriz. Bana biraz daha kendinizi anlatın lütfen....

             Biraz sonra Önkuzu ailesinin fertleri, emekli öğretmenler ve Dilara yemek masasında sohbet ediyor ve güĺüşüyorlardı. Mutluluk bu insanlara öyle yakışıyordu ki...

                          *********

             Kurduğum hayalden sıyrılıp, gerçek dünyaya bir anda geri döndüm. Şimdi ben kasvetli bu kasım gününde işime geri dönmek ve akademik eser okumak için kendime telkinde bulunuyorum. Meleğim çalışmamı ister çünkü. Sözümü tuttuğum gün, en güzel giysilerimi giyeceğim, çok güzel olacağım. İki dirhem bir çekirdek derler ya, öyle. Eşsiz güzellikte bir demet çiçekle yanına gidip: "Her şeyi senin için, şehitlerimiz için yaptım, sizler benimle gurur duyun diye. Benim sevgim lafta değildi, her an ruhumda taşıdım sizleri." diyeceğim. Sonra uzun uzun konuşup, hıçkıra hıçkıra ağlayacağım. İçimde biriktirdiğim ne ağıtlar var. Mezarlıkta uyumak fikri bana korkunç gelirdi ama çok kısa da olsa, ona sarılıp göğsünde uyuduğumu hayal ederek toprağını kucaklayıp uykuya dalacağım. Sonra tazelenmiş bir şekilde kalkıp, yeni bir hayata başlayacağım.